Menü Kapat

Tuval: Emine Ballı’nın Sözle Çizdiği Hafıza Resimleri

Muhammed Işık / TYB Ankara Şubesi YK Üyesi

Emine Ballı’nın “Tuval” isimli şiir kitabıyla ilk karşılaştığımda içime işleyen sessiz bir sızıya dokunmuşum gibi hissettim. Gülnar Yayınları’ndan 2024’te çıkan bu kitap, kelimelerle işlenmiş bir hafıza atlası gibiydi. Sadece 61 sayfalık mütevazı bir hacmi var lakin her şiir damla damla süzülmüş duyguların, iç dünyadan taşan birikimlerin izini taşıyor. 20 şiir boyunca kendi iç sesime daha da yaklaştım; Ballı’nın kalemiyle kurduğu o samimi dünyada kendimden çok şey buldum.

Okurken şiirin ne olduğunu bir kez daha düşündüm. Bana göre Tuval, beyaz bir zemin üzerine yüreğinden gelen renklerle yapılmış bir resim gibiydi… Her kelime bir fırça darbesini andırıyordu. Bazen hüzün, bazen hasret, bazen de berrak bir sessizlik sayfalar boyunca bana eşlik etti. Ballı’nın anlatımı o kadar içten ki kelimeleri okurken âdeta arkalarındaki duygulara ve yaşanmışlıklara dokunuyormuşum hissine kapıldım. Bu şiirlerde hiçbir süsleme veya gösteriş yok ancak çok güçlü bir samimiyet var.

En çok hayran olduğum şey, “sessizliğin estetiği” adını verdiğim diliydi. Şiirleri bağırmadan konuşuyor. Çok narin, çok sakin… Bunlar yüksek sesle söylenmeyen ancak insanın yüreğine dokunan, sessizce akan şiirler. Her birini okurken bir duygu kırıntısı, zihninizde yankılanan bir anıya dönüşüyor… Sessiz fakat insanda güçlü bir duygu yumağı bırakan bir dili var ve bu sessizliğin içinde saklı olan şey, insanın en kırılgan ve gerçek hali olmalı diye düşünüyorum.

Kitap, “İyi Dileklerimle” şiiriyle açılıyor. Bu giriş okuyucuyu şiirle buluşturan melankoli ile örülmüş bir eşiğe benziyor. Ardından gelen “Limon Kokusu” şiiri beni özellikle etkiledi. Koku hafızamı harekete geçiren, çocukluk, kayıp ve annemle ilgili anıları önüme seren zarif bir şiirdi. Sayfalarca anıyı tek bir kokuya sığdırmak… Ballı’nın yaptığı tam olarak buydu. Bana bir kez daha kelimelerin ne kadar güçlü olabileceğini hatırlattı.

 “Oysa yokluğun limon gibi sinmişti avuçlarıma / Sarı bir hüzün gibi kalmıştı üstümde…”

Bu dizelerle karşılaştığımda, içimi garip bir boşluk doldurdu. O an Tuval’ın bir şiir kitabı olmasının yanı sıra eksikliklerin, kaybolanların, insanın içini sessizce ezen görünmez ağırlıkların kitabı olduğunu fark ettim. “Sürgün” şiirini okurken, hem dışarıdan hem içeriden ait olmamanın ne demek olduğunu hissettim. Yersizlik, romantik bir sürüklenme, gittiğim her yere götürdüğüm bir yabancılık halini hatırlattı… Bu şiir içimde çok hassas bir manevi gerilimle yerini buldu. Sanki kendi “yersizliğime” ayna tutuyordu.

Fakat sonra “Haydi Kardeşim” geldi ve bu yalnızlığa karşı dimdik durdu. Bir şiirde ilk kez, Ballı’nın sesi ruhumda sadece fısıldamadı adeta haykırdı. Bir çağrıya dönüştü. Yalnız olmadığımızı, olmamamız gerektiğini hatırlatan güçlü bir ses tüm benliğimi kapladı. Kardeşlik, dayanışma ve birlikte savaşma için samimi bir çığlık gibiydi. Dizelerini okurken sadece gözlerim değil, yüreğim de açıldı.

Kitabın ortalarında karşılaştığım “Çukur” beni başka bir yöne çekti. Rüya ile kâbus arasında salınan bir ruh hali vardı o şiirde. Geçmişin tortuları birer birer içimde kıpırdanıyordu.

“Geliyorum bir yerden / Arkamda sürükleyerek ruhumu…”

Kendi geçmişimi satır aralarına sürükledim. O çukur yalnızca bir yer değildi; ruhumda açılan bir boşluk gibiydi. Şiiri bitirdiğimde hâlen içinde sıkışmış gibi hissediyordum. Bu şiir, hem bana ait hem hiç tanımadığım kadar yabancı bir yüzleşmeydi.

“Tuval” şiirine geldiğimde durdum ve derin bir nefes aldım. Bu şiirin kitabın kalbi olduğunu hissetmem uzun sürmedi. Çünkü burada Emine Ballı artık sadece anlatmıyor; yaşıyor, yaşatıyor ve sözcükleriyle resim yapıyordu. Dizelerin rengi gözlerimde belirdi, her sözcük bir fırça darbesi gibi yüreğime dokundu. Hayatın lekeli bir tuval olduğunu, o tuvalin orada burada solduğunu, bazen karalandığını, bazen silindiğini düşündüm. Fakat bu haliyle bile o kadar gerçekti, o kadar dokunaklıydı ki…

“Hayat Çıkmazı”na gelince çocukluğumun karanlık sokakları geldi aklıma. Lakin bu bir hasret şiiri değildi; tam tersine beton gölgesinde ezilmiş düşlerin, o çıkmaz sokaklardaki çaresizliğin şiiriydi. Her şeye rağmen bir kuşun kanatlarında, bir ağacın gövdesinde şu dizelerde bir kaçma isteği vardı:

Çıkmaz elbet çıkardı / Bir ağaca bir dama…”

Bu iki dizeyle içimdeki çıkmaz sokaklara bile umut sızdı.

Ballı’nın şiirlerinde geçmiş kendiliğinden gelmiyor bana; her zaman bir tetikleyici oluyor. Bazen bir koku, bazen bir sokak lambasının titrek ışığı… “Turnalar” şiirinde o geçmiş ayrılığın sessizliğinde yankılanıyor. Turnaların arkasından baktığımda bir veda, ancak söylenmemiş bir veda… İçime yerleşen bir sessizlikle okudum:

 “Silinerek gidiyorum, yazanları turnalar. / Azalarak gidiyorum, kalanları turnalar…”

Bazen şiir sessizken daha çok şey anlatır, tam da öyleydi.

Sonlara doğru rastladığım “Eski Geceler” şiiri kitabın son sayfalarına hazırlanmış bir vedayı andırıyordu. Gecelerin bile eskidiğini, aynaların karardığını, anıların paslandığını düşünüyordum. Aslında şairin kalemi şiirin kendisinin bile yetmediği bir noktaya geliyordu:

“Yakıyorum fazlası kalan eserler gibi / Şiir bile yazınca eskiyen geceleri…”

Bu dizeyle gördüm ki bir şiir bile bazı geceleri taşıyamaz.

Tuval kitabını kelimelerle çizilmiş bir “şiirli yalnızlık haritası” olduğunu söylersem abarttığımı söyleyenler olabilir. Sayfaları çevirdikçe kendimi iç yolculuğun içinde buldum. İçinde kaybolduğum, geri döndüğüm, bazen kabul ettiğim, bazen reddettiğim duygularla karşılaştım. Emine Ballı’nın şiirleri bağırmıyor, haykırmıyor olabilir ama çok şey söylüyor… Dili bir çığlık değil; içimde sessizce büyüyen bir çatlağa benziyor. Sesi yok ancak etkisi çok güçlü.

Tuval’ı okurken bir yüzleşmenin eşiğindeymişim hissine kapıldım. Bu kitap bir aynadan çok buğulu bir cam gibiydi. Belki net olmayabilir ancak o camdan gördüğüm şeyin gerçek olduğunu duyumsadım. İçimdeki tüm kırılganlığı ve çıplaklığı bana gösteren bir cama dönüştü, her şiirle beni kendime daha da yaklaştırdı.