Menü Kapat

Türk İslam Mutasavvıfı Hâce Ahmed Yesevi’nin İzinde

Selim Gürbüzer / Yazar

Hâce Ahmed Yesevi (k.s), alperenlik düşüncesinin ilk piridir. Ayrıca, Türk’ün İslâmiyet öncesi kahramanlık ruhuna erenlik katan ve bu ruhu İslâm’la kaynaştıran bir liderdir. Onun mayasıyla, alperenlerin iç dünyasında fırtınalar koparıp ufkunu Îlây-ı Kelîmetullah için Nizam-ı âleme doğru açmıştır.

Hoca Ahmet Yesevi (k.s), sadece yetiştirdiği alperenlerin ufuklarını açmakla kalmamış, aynı zamanda Horasan Erenlerine feyiz kaynağı olmuştur. Bu, Hâce Ahmed Yesevi’nin Yunus Emre’nin, Mevlâna’nın, Ahi Evran’ın ve Hacı Bektaş-ı Veli’nin de Piri olduğu anlamına gelir. İşte bu nedenle Yahya Kemal’in Fuad Köprülü’ye yönelik, “Şu Ahmet Yesevi nedir, kimdir? Bir araştırınız. Bakınız, bizim milliyetimizi asıl orada bulacaksınız.” şeklindeki sözü son derece önemlidir.

Gerçekten de araştırıldığında, Hoca Ahmet Yesevi’nin büyük bir Türk İslam mutasavvıfı olduğu ve Türk toplulukları arasında İslâm’ın hızla yayılmasında öncü bir lider ve veli olduğu görülecektir. Bir alp yiğit dergâhına ayak bastığında hemen alperen ve gazi derviş hüviyeti kazanır ve Anadolu, Rumeli ve Kuzey Türklüğünün İslâmi uyanışına vesile olur. Bu uyanış sadece Türk dünyasıyla sınırlı kalmaz, aynı zamanda tüm insanlığı da içine alacak bir uyanış kaynağı olur. İnsanlık, o kaynağın uzağında olsa da ruhunun susuzluğunu giderecek bir arayış içindedir. Bu nedenle bize düşen görev, Pir-i Türkistan ve yetiştirdiği alperen ve gazi dervişlerinin öğretilerini tüm insanlığa yeniden yaymaktır. Yeter ki insanlık, yeniden alperenlik ruhuyla buluşacak olan Mevlana’nın çağrısına kulak versin: “Ne olursan ol yine gel.” O zaman doğu ve batı insanı, ruhi bunalımdan kurtularak farklılıklarıyla birlikte huzur ve güven içinde yaşayacaktır.

Bu kutlu yolun gökten zembille inmediğini düşünmeyin. Çilesiz kimse ne elde etmiştir ki, onlar da elde etsin? Bu yol çilesiz olmaz. Nitekim Pir-i Türkistan’ımız, halifelik idmanını Horasan evliyalarından Hâce Yusuf-i Hemedânî Hz.lerinin dizinin dibinde yetişerek almıştır. Ve onca çalışmanın sonunda ‘ilim kendini bilmektir’ düsturuyla tasavvufun “İlmel yakîn, Aynel yakîn ve Hakkel yakîn” mertebelerini basamak basamak aşarak ‘Hakikat’ makamına ulaşmıştır. Derken Hacegân silsilesinin altın halkasında yerini alıp Türk dünyasına ışık kandili olmuştur.

Evet, Hâce Ahmed Yesevi (k.s), şeyhi Yusuf-i Hemedânî Hz.lerinden aldığı nisbetle bu yolun esaslarını Orta Asya ve Türk coğrafyasına yaymıştır. Malum, bu nisbet ilk önce Allah Resulü’nün nübüvvetiyle kök salmış, sonrasında Allah Resulü’nün Refik-i Ala’ya kavuşmasıyla birlikte bu nisbet Ebû Bekir-i Sıddỉk’a devredilmiştir. Ebû Bekir-i Sıddỉk (r.anh)’ın elinde Sıddıkiye yolu ise sırasıyla Selmân-ı Fâris-î, Ebû Muhammed Kasım, İmam Ca’fer-i Sâdık, Bâyezỉd-i Bistâmî, Ebu’l Hasan-ı Harakânî Ebû Ali-i Fârmedî ve Hâce Yusuf-i Hemedânî’ye ulaşır. Derken bu nisbet Yusuf-i Hemedânî’den iki kola ayrılır. Birinci kolda günümüz Gönül Sultanlarından Gavs-ı Sani’ye uzanan halkada yer alan Abdûhâlik-ı Gücdûvanî (k.s)’ın nisbeti bulunur, ikinci kolda ise Pir-i Türkistan Ahmed Yesevi’nin Orta Asya’dan başlayarak Anadolu, Balkanlar ve tüm dünyaya yayılan feyiz ve bereket ışığı vardır. İyi ki Pir-i Türkistan, Türk’ün alplerine alperenlik ruhu aşıladı da, bu sayede asıl manevi susuzluğu giderecek kaynağın Horasan Erenlerin nisbetinde olduğunu fark ettik. Kaldı ki o, sadece Türk’ün alplerine değil, tüm insanlığın arayışına çare olacak feyiz kaynağıdır.

Pir-i Türkistan Ahmed Yesevi’yi ancak çok geç fark ettik. Maalesef onu daha yeni yeni kütüphanemizin tozlu raflarından gün yüzüne çıkarıp keşfetmiş durumdayız. Ne acı ki batı dünyası; sevgi, şiir, musiki ve edebiyatı bizden önce araştırıp kaynaklara ulaşmaya çalışırken, biz ise hemen başucumuzdaki kaynaklardan bihaber kalmışız. Tabii hal vaziyet böyle olunca netice malum, Hâce Ahmed Yesevi, Mevlâna, Yunus gibi Gönül Sultanları bizim coğrafyamızdan daha çok batıda yankı bulmuş durumda. Nasıl yankı bulmasın ki, bir zamanlar kütüphanelerimizin tozlu raflarına terk ettiğimiz klasiklerimiz batı’yı ortaçağ karanlığından ayağa kaldırmış gözüküyor. Eğer batı kendi Yunan klasiklerini doğunun o engin kültür havzasında yer alan tercüme metinlere başvurmasaydı belki de o çok övündükleri Rönesans vuku bulmayacaktı. Batı dünyası, doğudan sadece ipek ve baharat değil, bilim, şiir, edebiyat, sevgi ve musiki de alır hale geldiğinde ancak ortaçağ bataklığından çıkabilmiştir.

Batı edebiyat sarayına doğu kapısından girilebileceğinin artık farkındadır. Bu farkındalık gayet tabiidir, çünkü aşk, şiir, sevgi ve ruha dair her ne ararsanız doğu revakında fazlasıyla bulunur. Üstelik insanlığa soluk olabilecek tüm bu unsurlar, doğu revakında her an her saniye, doğumdan ölüme kadar yaşanan bir hayat biçiminin parçasıdır. Nasıl mı? İşte doğu insanı burada doğar doğmaz ninnilerle büyümekte ve dolayısıyla duygularını yazıya dökme ihtiyacı duymaz. Kuşkusuz ki, sözlü kültürle yetinmelerinin sebebi, değer verdikleri şeyleri derinlerinde hissetmeleridir. Tabii batı böyle değil, daha çok sol beynini kullanarak her şeyi mantığa ve yazıya döküp kendini hesap kitap içinde bulur.