Hikâye:
ŞOFÖRSÜZ ARABA
Adam binanın önüne geldiğinde tatlı bir heyecanla doldu. Eğer mutluluk diye bir kavram varsa onu yaşadığı tek yer bu çatının altıydı. Meltem ona iyi geliyor, tatsız tuzsuz hayatına can katıyordu. Heyecanla zile bastı. Beklediği kapı açılmayınca tekrar tekrar bastı. Onun içeride olduğuna emindi. Öyleyse neden otomatiğe basıp onu kapılarda karşılamıyordu? “Mutfak robotu çalışıyor olabilir, belki de banyoda ya da televizyonun sesi çok açık.” diye kendini teselli edecek düşünceler buldu. Bir müddet daha bekledi. Ancak ne kapı açıldı ne telefon araması… Hem meraklandı hem keyfi kaçtı. Rastgele bir zile basıp apartmana girmeyi başardı. Asansöre binip gideceği kata çıkarken içinden huzursuz edici bir korku yükseliyordu. “Meltem yapmazdı hiç böyle. Evde değilse haber verir, müsait değilse en fazla iki dakika sonra dönerdi.”
Asansörden inip dairenin kapısını çaldı. Aynı anda “Meltem!” diye seslendi birkaç kez. Ya içerde düşüp bayıldıysa… Ya başını çarptıysa masanın kenarına. Ona bir şey olduğunu düşünerek iyice panikledi. Zili çalmayı bırakıp kapıya vurmaya başladı. Kadının iyi olmadığını düşünüyor, endişeleniyordu.
Keşke önünde duran yüz kiloluk kapıyı parçalayabileceği kadar güçlü olabilseydi. Telaştan olduğu yerde bir o yana bir bu yana yürüdü. Sonra kapının önünde durup zile bir kere daha uzunca bastı. Bir yandan da telefonla aramaya devam ediyordu. Sonunda içerden tıkırtılar geldi. Derin bir soluk bırakarak kapıya yanaştı.
Kapının açılmasını beklerken Meltem’in sesi duyuldu: “Git İrfan! Artık seni görmek istemiyorum.”
Neye uğradığını şaşıran adam kadının sözlerine bir anlam veremedi. Yarım saat önce konuşmuşlardı. Coşkulu bir sesle “Seni bekliyorum.” demişti. Ne olmuştu ki yarım saatte?
“Meltem aç kapıyı, içerde konuşalım.”
Yanıt gelmedi. Herhangi bir ses de duyulmadı. Telefonuyla onu aramaya devam ederken zile basmayı da ihmal etmiyordu. Ancak kapı duvar olmuştu önüne. Dakikalarca uğraştıktan sonra pes edip merdivenlerin başına çömeldi. “Bir derdi mi vardı bu kadının?” diye düşündü.
Otomatik lambası söndü. Karanlıkta kaldığında hiç kıpırdamadan oturdu bir süre. Sonra hafifçe hareketlendi lambalar yansın diye. Ardından yeniden karanlığa gömüldü. İçindeki yaşam heyecanı da bu lambalar gibi sönmüştü. Meltem, onun hayatına renk getirmiş, yüreğini ışıl ışıl etmişti. Şimdi tekrar kararacak mıydı dünyası? Mesaj yazıp ikna edebilmeyi umdu. Ne yazık ki art arda gönderdiği tüm mesajlar yanıtsız kaldı.
Aradan ne kadar zaman geçti bilinmez bir anda kapının açıldığını duyan adam yerinden fırladı. Lakin kapıya ulaşmasına fırsat vermeyen Meltem giysileri fırlatıp hemen kapatmıştı kapıyı.
Dünyası bir kere daha başına yıkılan adam kendisine ait giysilere baktı. Bir beyaz zarf dikkatini çekti. Telaşla açtı.
“Bitti,” yazıyordu. “Tabii ki boşanıp gelmediğin sürece.”
Başını ellerinin arasına alıp öylece bekledi. Bu mevzu onun için derin bir çıkmazdı. Kaç kez söylemişti karısına, “boşanalım.” diye. Karısı öfkelenmiş “Seni rezil ederim İrfan.” diyerek tehditler savurmuştu. Rezil ederdi de. Aslında onun çıkaracağı çıngarlardan korkmuyordu. Korkusu iki ailenin arasının açılmasıydı. Allah korusun yaşlı annesine inme bile inebilirdi. Akraba kızıyla evlenince sırtını dönüp gitmek öyle kolay olmuyordu. İç içe olan ailelerin arasına bombayı atıp kaçmak gibi bir şey olurdu bu. İçini çekti. Bu evlilik ta baştan yanlıştı. Ailesine itiraz edebilen biri olamadığından kuzeniyle evlenmeye boyun eğmişti. Belki de babasının taleplerine karşı çıkmayı göze alamamıştı. Çoğu zaman huzursuzluk oluşturan biri olmak yerine uysal olmayı tercih ediyor, kendi hayatıyla ilgili verilen kararlara boyun eğmek zorunda kalıyordu.
Az sonra da buradan çekip gidecek, Meltem için bir gayrette bulunmayacaktı. Düşündü de kadın ne isterse ona razı oluyordu. Ne yani ondan hemen vazgeçecek miydi? Bu ihtimal korkuttu onu. Hayır hayır! Hata kendisindeydi. “Buna izin vermeyeceğim,” diye söylendi kendi kendine ve cesaretlenerek ayağa kalktı.
Kapıya, duvara vurdu. “Meltem bırakma beni.” dedi ağlamaklı bir sesle. Sonrasında kendi hâline acıdı. Güçlü olmayı, dimdik durmayı neden beceremiyordu. Ağlak bir erkek olmak aşağılık bir his bırakıyordu içinde. Çocukluğunda mahallenin oğlanlarıyla oyun oynarken de aynısını hissederdi. Halil kaç defa “Gız gibi ağlama len.” demişti.
Toparlanmaya çalıştı ama nafile! Eğer Meltem’le hiç tanışmamış olsaydı, onunla özel anlar yaşamamış olsaydı vurdumduymaz yaşamını sürdürebilirdi. Bazı hisleri öğrendikten sonra o hisleri yok edebilmek mümkün olmuyordu işte. Hiç gözleri görmeyen birinin görüşüyle, dünyanın tüm renklerini doya doya gördükten sonra kör olan birinin görüşü aynı olur muydu? Adam yüzünü sıvazladı, sakallarını ovuşturdu, saçlarını kaşıdı. Bu saatten sonra ne ağlamak çözümdü ne de ısrar etmek. “Ah Meltem!” dedi içini çeke çeke. “Sen de haklısın.”
Zaman biraz daha akıp geçince kendine gelir gibi oldu. Yarın yapacağı teftiş aklına düşünce canı sıkıldı. Buralarda oyalanmak yerine evine gitmeyi istedi. Ancak şu an şehre geri dönse sabah erkenden tekrar yola çıkıp bu tarafa geri gelmesi gerekecekti. En iyisi kalabileceği bir yer bulmalıydı. Merdiven boşluğunda yatak yorgan aranır gibi etrafına bakındı. Biraz hava alsa iyi olacaktı.
Sokağa çıkınca rüzgâr yüzünü yaladı geçti. Ruhunda büyükçe bir boşluk oluşmuştu sanki ve o boşluktan içeri sızan rüzgâr hem sarsıyor hem başını döndürüyordu. Tıpkı hortum etkisi gibiydi. Bir insanın üzüntüden başı döner miydi, onun dönüyordu (işte). Yakınlarda bulunan bir ağaca yaslanıp biraz bekledi. Aç olduğunu düşündü. “Meltem’le yemek yeriz.” diye öğleni atlamıştı. Onun yaptığı basit sandviçler bile acayip lezzetli gelirdi.
Adam canı sıkkın olduğunda kilometrelerce yürüyebilirdi -ama şu an ne hikmetse- her adımda nefesi kesiliyordu. Alıştırılmamış bir ayrılık aniden ortaya atılınca şok etkisi de yıkıcı oluyordu. Nefes alma zorluğu çeken hastalar gibi tıkanıp kalmıştı adam. Gözlerinde biriken yaşları daha fazla tutamadı. Soğuğa inat kayıp indi yanağına doğru. Meltem onun hayatının tadı tuzu olmuştu. Şimdi yavan mı yaşayacaktı her şeyi? Yerine birini koymak, zordu. Biliyordu ki Meltem’in yardımları olmasa kendisi asla ilk adımı atamazdı. Kadınlara karşı çekingen bir yanı vardı adamın. Zamanında içinde canlanıp yeşeren ve harekete geçiremediği için zamanla ölüp giden o kadar duygu olmuştu ki. Meltem’den ilk adım gelmese bu birliktelik asla yaşanmazdı. Zaten bu zamana kadar beraberliklerini yöneten de hep Meltem’di.
Adam, sokaklarda sert rüzgâra kendini bırakan bir yaprak misali savruluyordu. Zaman kavramını yitirmiş, vakitler birbirine karıştırmıştı. Akşam mıydı gece miydi belli değildi. Zihnini toplamayı deniyor lakin beceremiyordu. Duraksadığı bir anda gözüne açık bir lokanta ilişti. Dükkânın içi ışıl ışıldı. Sanki adamı içeri davet edercesine albenisi yüksekti. Lokantanın kapısına iyice yaklaşınca tabeladaki harfin yamukluğuna takıldı. “N” harfi eğriydi ve o eğrilikten nefret etti. Meltem’in fırlattığı giysiler gözünün önüne geldi. Bir an onları aldığını sanıp ellerine baktı. Sonra orda bıraktığına emin olup kapıdan içeriye adımını attı.
Kendisine uygun bir masa bakınırken birinin el kaldırdığını fark etti. Israrla o tarafa gelmesini işaret ediyordu. Onu görmezden gelip başka tarafa yöneltti bakışlarını. Ancak el kaldıran şahıs ayağa kalkmış onların masasına gitmesi yönünde ısrarına devam ediyordu. Etrafına bakınınca kendisini çağırdıklarını anladı. “Beni neden masalarına çağırıyor bunlar?” diye düşünüp isteksizce o tarafa doğru yürüdü. Şu an tek istediği tıka basa karnını doyurup fosur fosur uyumaktı. Birleştirilmiş iki masanın etrafında sekiz on kişi vardı. Hepsine başıyla selam verdikten sonra gösterilen yere oturdu. Gruptakilerin yüzlerini incelediğinde içlerinden bazılarını gözü ısırıyor gibiydi ama tuhaf bir şekilde onları daha önce görmediğine de emin olmak istiyordu.
Önüne rakı bardağı konuldu. Biri bardağı doldurup içine buz attı. Bardaklar ellerde havalanınca adam da onlara eşlik etti. “Şerefe” dediler hep bir ağızdan.
Normal şartlarda kırk yılda bir içer, o da bir kadehi geç
mezdi. Oysa şimdi önündeki bardak bir doluyor bir boşalıyordu. Masadaki herkesin ilgi odağı olmuştu. Bu ilginin sebebini başlarda sorgulasa da vakit geçince umursamamaya başladı. İşin aslını çok geçmeden anlamıştı. Meğerse başka birini bekliyorlarmış ve kendisini o bekledikleri kişi sanmışlar. Arada “Selçuk” deyip duruyorlardı İrfan’a. O da tebessüm edip içmeye devam ederken ses çıkarmadı. Çünkü şu an burada olmaya Selçuk’tan çok onun ihtiyacı vardı. Bir kere daha anlamıştı ki takım elbiseli, eli yüzü düzgün olunca en görkemli masalarda yer buluyordu insan. Yaşanan yanlış anlama olsa da ilgi ilgiydi. Dakikalar geçip gittikçe Meltem de aklının köşesinden kayıp gitmişti.
Lokantadan çıkınca aniden kararan havaya şaşırdı. Etraf zifiri karanlıktı. Anlaşılan gecenin dibine vurmuşlardı bu akşam. Sabah teftişe gideceği beldenin tabelasını görünce yol boyunca ilerlemeye karar verdi. Buraya üç yüz metre ya var ya yoktu. “Varır varmaz misafirhaneye gider, güzelce uyku çekerim.” diye geçirdi içinden. Üzerindeki ceket onu gecenin soğuğundan korumayınca paltosunu hatırladı. Onu nerde bırakmıştı acaba? Geri dönüp lokantaya bakmak istedi. Ama geldiği birkaç adımı gerisin geri yürümeyi gözü yemedi. “Belde zaten şuracıkta değil mi, ağır ağır giderim.” dedi kendi kendine. Ceketinin yakasını kaldırıp iyice pusarak devam etti yürümeye. Bir anda kar atıştırmaya başlamıştı. Gözlerinin içine kadar giriyor, yürümesine engel oluyordu. Başını iyice eğdi, gözlerini kapatıp yürümeyi denedi. Ama nafile! Birkaç adım gitse rüzgâr onu aynı noktaya geri itiyor gibiydi. Acelesi neydi sanki? Neden lokantada sabahı beklememişti?..
Yediği rüzgârdan olmalı başı fena hâlde zonklamaya başladı. Ama aldırmıyor, sürekli gülümsüyordu. Nasıl da güzel ilgi görmüştü o masada. Kadehi hiç boş kalmamış, şerefe kalkan bardaklar keyifle içilmişti. Selçuk olmak ne iyi gelmişti adama. Demek ki insan çok üzgün olduğunda yoğun ilgiyi sevmesi bundandı. Karanlıkta bir arabanın yavaşlayarak kendisine doğru geldiğini fark edince mutlu oldu. Ne şanslı adamdı! Sisli ve karlı bir havada biri ona acımış, binmesi için önünde durmuştu. Kar yüzüne hücum ettikçe gözlerini kısan adam hiç bekletmeden arabanın kapısını açıp bindi içine. Önce dengesini kaybedip devrildi yana doğru. Sonra doğrulup kravatını gevşetti. / Yeniden çocukluğuna gitti. Kendisine ‘kız gibi’ denilmesinden hoşlanmadığı için takım elbiseyi sevmesi çocukluğuna kadar dayanıyordu. Bir keresinde kravatlı, ceketli top oynamaya gittiğinde Halil, “Len konsolos gibi gelmişsin top oynamaya,” demişti. O zamanlar bilmiyordu konsolosun ne demek olduğunu. Ama alengirli sözcükten çok hoşlanmış, o gün bugündür takım elbise giymeyi tercih etmişti.
Gözlerini araladığında arabanın ön camına çarpan kar tanelerini fark etti. Ritmik vals dansı edasıyla aşağılara süzülen kar taneleri cama yapışarak danslarını tamamlamış oluyorlardı. Ne güzel yağıyordu mübarek! Arabayı süren kişiyi görmek ve arabasına aldığı için ona teşekkür etmek amacıyla hafifçe eğilip şoför koltuğuna baktı. Aniden gözleri irileşti. Koltuk boştu, arabada kendisinden başka kimse yoktu. Fakat araba hareket halindeydi. Bu nasıl olurdu.? Başı döndü, ellerini şakaklarına götürüp ovuşturdu. Gözlerini kapatıp açmayı denedi. Yeniden baktı koltuğa. Yoktu, gerçekten de kimse yoktu. Araba şoförsüz mü gidiyordu? Kalbinin sesini ağzında hissetti. Solukları kulaklarına doldu. Araba hafifçe sarsılınca ödü koptu. Çığlık atacak gibi oldu ama ‘kız gibi’ sözü durdurdu onu. Erkek kısmı öyle hemencecik korkmamalıydı. Ne ara kapattığını bilemediği gözlerini sımsıkı bekletiyor, açmaya korkuyordu. Belki fazla içmişti, öyle olsa bile iki tane şoför görmesi gerekmez miydi? Yeniden gözlerini aralayınca gerçekten koltuğun boş olduğunu ama arabanın kendi kendine gitmekte olduğunu anladı. Tüyleri diken dikendi. Bağırmak istiyor ama kendini tutuyordu. Bağırsa bile sesi çıkmazdı, ağzı dili kurumuştu. Eli arabanın kapısına gitti. Kendini dışarı atıp ardına bile bakmadan koşmayı düşündü. Lakin araba aniden hızlanınca iyice ödü koptu. Dizlerinin bağı çözüldü, kıpırdayamaz hâlde donup kaldı öyle.
Bu arada bildiği bütün duaları sıraladı. Günahları için tövbe edip Allah’a yalvardı. Arabanın durması için günah işlemeyeceğine dair sözler verdi, niyaz etti rabbine. Tam bu esnada pencereden bir el uzandı ve direksiyonu kıvırarak sert virajdan arabanın doğru yola dönmesini sağladı. Her tehlikeli dönemece yaklaştıkça Allah’a yakarıyor ve her seferinde dışarıdan uzanan el direksiyonu çeviriyordu. Korkusu hafifledi, inanıyordu ki Yaradan’ı ondan yanaydı. “Çok şükür, çok şükür! Koru beni Allah’ım!” dedi, sevinçle endişe karışımı bir sesle. Yoğun sis ve kar fırtınası görüş mesafesini azaltmıştı; göz gözü görmüyordu. Kalbi küt küt atarken arabanın ilerleyişini izledi bir süre. Daha sonra ‘dur, dur artık’ diye sayıklamaya başladı. Kapının açılmasıyla birlikte kendini dışarı fırlattı. Birkaç takla attıktan sonra karların üzerinde kayarak şarampole yuvarlandı. Başının hemen ardında bir çıtırtı duydu. Bağırarak ayağa kalktı ve karların içine bata çıka yola doğru koşmaya başladı. Bir yandan Fatiha ve İhlas’ı okuyor, bir yandan var gücüyle koşuyordu. Uzaklardan horoz sesleri geliyordu. Başka sesler de duydu ama hangi hayvanlara ait çıkaramadı. Otoyola çıkmayı başardığında yürümesi daha kolaylaştı. “Üç yüz metre ya var ya yok” diye düşündüğü beldeye bir saate yakın yürüdü. Hem korkmuş hem üşümüştü. Üstü başı ıslak ve şoka girmiş hâldeydi.
Güneş bir suçlu gibi bulutların ardında gizlenmiş olsa da etrafı aydınlatmıştı. Beldenin girişindeki kahvehaneye girip sobanın dibine çöktü.
Muhtar ve birkaç kişi İrfan beyin perişan hâlde içeri girdiğini görünce telaşla yanına sokuldular. Daha önce de teftişe geldiğinden onu tanıyorlardı. Adamın konuşacak hâli yoktu. Hemen çay getirip eline tutuşturdular. Çay biraz iyi gelmiş, içini ısıtmıştı. Üzerindeki şok etkisi azalmaya başlayınca kendine gelmeye başladı.
“İrfan Bey, çay iyi geldi umarım. Başınıza bir iş mi geldi? Kötü görünüyorsunuz.”
İrfan Bey, çay bardağını masaya bırakıp muhtara döndü. “Günaydın muhtar bey.” dedi, konuşmaya zorlanarak. “Çok kötü şeyler yaşadım.”
Muhtar ve yanındaki iki kişi ona daha da sokulup sandalye çektiler. Kahveci de meraklanıp yanlarına gelmişti.
Sesi titreye titreye doğaüstü ve korkunç anları anlattı. Muhtar inanmak istemedi. Bu civarlarda böyle garip şeylerin yaşandığını daha önce hiç duymamıştı. Yanındakiler de İrfan Bey’in aklını yitirdiğini düşünüyordu. Ancak adamın aklı başında biri olduğunu bildiklerinden bunu konduramıyorlardı da. Nihayetinde görmüş geçirmiş, saygın bir adamdı. Sorumluluk sahibi ve düzgün bir insandı. Teftiş için arada beldeye gelir, görevini yaptıktan sonra çekip giderdi. Bu güne kadar onun dengesizliklerini gören olmamıştı. Bu nedenle hepsi sessiz kaldılar. Kahveci başını inanmamış gibi sallayıp ocağın başına geri döndü. Diğerleri ise sanki anlattıklarına inanmış gibi davranıyor, ama içten içe de ona tam olarak inanmıyorlardı. Sanki biraz da inanıyorlardı da…
Yarım saat sonra kahvehaneye üç kişi girdi. Hâllerinden yorgun oldukları belli oluyordu. Kahveciye seslenip çay istediler. Muhtar onları tanımıştı, civar köyde yaşayan Emin Ağa’nın çocuklarıydı. Masaya kurulduklarında içlerinden biri diğerine seslendi yüksek sesle:
“Ayhan baksana, şu sobanın başında oturan geri zekâlıyı görüyor musun?” Kendisine seslenen kişi sobanın dibinde tek başına oturan adamı süzdü. “Bizim külüstür yolda kalınca, arabayı ittiğimiz esnada içine binip inen lavuk değil mi o?”
İsmihan ÖZEN