M. Sait Uluçay’dan – İstiklal Marşımız 102 Yaşında
Yıl, 1920. Ülkemizin ekonomik gücü kırılmış, kaynakları tamamen tükenmiştir. Üretim yok denecek kadar durmuştur. Esnaf ve sanatkarların ticaret durumu sönük, halkı çok fakir duruma düşmüştü. Ordumuz donanımsız, yorgun ve güçsüz kalmıştı. Halkın iradesi, azim ve kararlığı adeta sönüvermişti. Moraller çökmüş, yeis ve ümitsizlik, geleceğin karanlık olacağının işaretini veriyordu. Hep bağımsız ve hür yaşamış bu millet, aydınlığa, ışığa yol arıyordu.
Bu karanlık tablo Türk Milletinin karakteriyle bağdaşmıyordu. Zifiri karanlıkların bir mücadele sonucu dağılacağı, bunun için de yeniden Milletin hissiyatının galebe gelmesi gerektiği kaçınılmazdı.
Yeniden Milli Mücadele azim ve kararlılığın harekete geçmesi ; moral yönünden çökmüş insanımızın heyecan ve hissiyatının diriltilmesine ihtiyaç vardı. Elzem olan bu ihtiyacın karşılanması için Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin bağımsızlık aşkını ve ruhunu harekete geçirecek bir istiklal marşının yazılması gerektiğine karar verir. 1920 Yılında aldığı bir kararla, istiklal marşı yazılması talebi halka duyurulur. Kazanan şaire de 500 lira ödül verilmesi kararlaştırılır.
Türk Milletinin ve ordusunun yeni bir milli ruhla ayağa kalkması, istiklal savaşını kazanma imkanını sağlamak amacıyla Maarif Vekaletince 1921 yılında açılan güfte yarışmasına toplam 724 şiir katılmıştır. Ancak, bu şiirlerin hiç biri istenilen heyecanı terennüm etmeye yeterli görülmemiş, para ödülünün kaldırılması şartı ile Zamanın Maarif Vekili Hamdullah Suphi’nin ısrarı ile Burdur milletvekili Mehmet Akif Ersoy da bu yarışmaya katılmıştır. Ankara’daki Taceddin Dergahı’na kapanarak yazdığı ve İstiklal savaşını verecek olan Türk Ordusu’na ithaf ettiği istiklal marşı, 12 Mart 1921 tarihli TBMM oturumunda büyük bir coşku ile kabul edilir.
İstiklal Marşımızın Yazıldığı 1921 yılında, yurdumuz, yer yer Fransız, İngiliz, Yunan ve İtalyan orduların işgali altında bulunuyordu. Bir çok kaynakta belirtildiğine göre, İstiklal Marşımızın ilk mısralarının yazıldığı gece Şairin Sırtına alacak bir paltosu, sobasına atacak odunu bile yoktu. Bu yokluk içinde dahi ödülü reddeden şair, öyle ateşli mısralar vücuda getirdi ki, bitap ve yorgun düşmüş, ümitlerini tamamen yitirmiş bir milleti adeta yeniden ayağa kaldırdı.
İstiklal Marşımızın ilk mısrasının ilk kelimesinde “Korkma” lafzı ile topyekun Türk milleti ile Türk Ordusu’na cesaret aşılamak istemiştir. Türk Milleti topyekun yok edilmedikçe, tüten en son ocak kalana kadar milletimizin yegane yıldızı ve bağımsızlık sembolü olan bayrağımızın asla yere düşmeyeceğini, ebediyen dalgalanarak şafaklarda yüzeceğini en güzel şekilde ifade ederek, Ümidinizi yitirmeyin ayağa kalkın, direnin mesajı ile mücadele azmimizin çelikleşmesini sağlamıştır.
İstiklal Marşımızın yazıldığı dönemde yaşadığımız talihsizlikler bizden çok bayrağımızı ziyadesiyle üzmüştür. Hissiyatımızı galebe çalan şair, İstiklal Marşımızın ikinci dörtlüğünde, en nazlı sevgilimizin kederli , öfkeli ve celalli duruşu karşısında; “çatma kurban olayım çehreni…” rüzgarlarda güleç yüzünün süzülüşüne hasretliğimizi dile getirmiştir.
Hiçbir dönemde kimsenin boyunduruğunu kabul etmemiş, hep hür ve bağımsız yaşamış Türk Milletini zincire vurma hayalini kuran bedbaht ve akılsızlara “aklınıza şaşarım” kükreyişiyle Düşmana korku, Türk milletine azim ve kararlılık ve cesaret kazandırarak, enginlere sığmayan, dağları yaran, bendini çiğneyerek zorlukların üstesinde gelmenin imkansız olmadığını göstermek istemiştir.
Batının güçlü donanım ve teknolojik üstünlüğünü bertaraf edecek iman gücümüzü ortaya koyarak;
“Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar”
dizeleri ile İmanı ve inancı arka plana atan bir zihniyetin medeniyetten söz edemeyeceğini, medeniyet kavramından uzak duranların, ancak tek dişi kalmış ölmeye mahkum bir canavar olabileceğini vurgulayarak; varsın onlar köpek gibi ulusun. Ey Türk Milleti sen yücesin kavi bir imanı kim yenebilir diyerek, iman gücüne dayanarak zafer elde edeceğimize vurgu yapıyor.
Mehmet Akif ERSOY, İstiklal Marşımızın beşinci dörtlüğünde kabuslu gecelerin ardında tan yeri ağarmasıyla, güneşin ipek huzmeli ışıklarıyla kucaklaşmamız ve Hakk’ın vadettiği güzel günlerin yaşanması için, şanlı ordumuza gür bir seda ile seslenmektedir. Türk milletini esaret altına alma isteğinde olan gafillere, alçak ve hayasızlara karşı gerekirse İman yüklü göğsünü siper etmekten çekinme. Ancak, bu şekilde hayasızca akınların duracağını, böylelikle güzel günlerin gelebileceğini belirterek, neferlerimize moral kazandırmayı hedeflemiştir.
Kısaca, hissiyatımızın tercümanı olan Mehmet Akif ERSOY milli şairimiz, bu milli marşımızla kurtuluş mücadelemizin en önemli aktörü rolünü oynamıştır. Milletimiz ve kahraman Türk Ordusu üzerinde bıraktığı etki tartışılmazdır.
Bu gün itibarıyla dünün kasvetli havasını teneffüs etmeyen, bu günkü huzur ve mutluluğumuzun ödenen ağır bir bedel karşılığı olduğunu anlamayan, milli ve manevi hassasiyetlerimizden bihaber yaşayanlara çok hayıflandığımı, kızdığımı ve onları anlamakta zorlandığımı belirtmeliyim.
Milli reflekslerini kaybeden, hissiyatlarını yitiren, duyguları dumura uğramış bu gibi bedbahtları anlayabiliyorum, ancak, her fırsatta milli ve dini duyguları kullanarak bir şeyler elde edebileceklerine inanan ve bu inançla her fırsatta bir çok değerimize lakayt davrandıkları gibi, İstiklalimizi en güzel şekilde sembolize den İstiklal Marşımızın okunuşlarını içine sindiremeyen, okunduğunda ayağa kalkmayı zahmet gören talihsiz ve nasipsiz insanları anlamakta zorluk çekiyorum. bunlara alkış tutanları da kınıyor ve ayıplıyorum.
102 yaşında olan İstiklal Marşımızı kaleme alan Milli şairimizi rahmet ve minnetle anıyor, Yeni bir istiklal Marşının bu millete yazdırtılmaması dileği ile milli değerlerimizin yaşatılması çalışmalarını yürüten her kese şükranlarımı ifade ediyorum.
M. Sait Uluçay’ın diğer yazıları:
***
ÂKİF VE HÜRRİYET
M. Sait Uluçay
Âkif, çok ateşli bir hürriyet taraftarıdır. Hürriyetçiliğini anlayabilmenin yolu hürriyet kavramının tanımından geçer.
Hürriyet, insanın sınırsız bir başıboşluk içinde hak ve hukuka başkaldırarak toplumun sosyal normlarını çiğneme serbestliği değildir. Âkif’e göre hürriyet, insanların Allah’a kul olması, O’nun dışındaki tüm varlıkların baskı, kayıt ve korkularından kurtulmasıdır. Âkif’in istediği ve arzuladığı hürriyet, İslami esaslarla sınırlandırılmış insana yaraşır bir hürriyettir. “Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmazsınız” düsturu, Âkif’in hürriyet anlayışının sınırlarını belirler.
İslam, inanma, düşünme, konuşma ve mülk edinme büyük önem vermiştir. Başkasının hürriyetinin başladığı noktada kendi hürriyetinin nihayetine ulaştığını düşünen insan, İslam’ın hürriyet anlayışını kavramış ve kabullenmiş demektir.
Âkif, İslam inancını dışlayan, insan mizacına ters düşen, ahlaki değerleri aşındıran bir hürriyet anlayışını tel ‘in etmiştir. Ruh, kalp ve akıl üçlüsünün etkileşimi ile oluşan his ve duygular, iman ve ilimle kurtarılabilir.
İman ve bilgi ile süslenmeyen duygular gizli esaret denilebilecek nefis ve kibre dönüşür. Bu ise insanın kendi ihtiraslarına ve korkularına esir olması demektir. O halde gerçek anlamda hürriyet, insan düşüncesinin her türlü kayıt ve korkulardan kurtulmasıdır.
Ramazan Nazlı, “Faşizm Komünizm ve İslam” adlı eserinde “insan düşündüğünü söylemedikçe mutlu olamaz. Bugünkü medeniyetimiz hür düşüncenin meyvesidir… Düşünce hürriyeti öyle sanıldığı gibi kolaylıkla elde edilmemiştir. Bu yolda nice fedakâr insanların kanı fidye olarak verilmiştir.” demektedir. Âkif, bu fidyeyi vermeye razıdır ama hürriyetten uzak istiklale hasret kalarak yaşamayı reddeder.
“Doğduğumdan beridir aşığım istiklal’e
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle”
Ve
“Yumuşak başlı isem, Kim dedi Uysal koyunum?
Kesilir, belki, fakat çekmeye gelmez boynum”
Yukarıdaki mısraların şairi Âkif’in ne denli bir hürriyet tutkunu olduğunu bize göstermektedir. Ekmek ve sudan vazgeçilebileceğini fakat hürriyetten vazgeçilemeyeceğini defalarca belirtmiştir.
Hürriyeti “fazilet” olarak tanımlayan Mehmed Âkif, sadece bedenlerin hürriyeti tatmasını yeterli görmez. Esas olan ruhun hürriyetine kavuşmasıdır. Ruhun hürriyeti, aslına rücu etmesi için hareket kabiliyetini geliştirecek davranışların ruha serbest edilmesidir. Yani ruhun isteği, İslam’ı yaşaması ve bezm âleminde Rabbine verdiği sözde karar kılarak, aslına rücu etmesidir. Bu hürriyet elde edildikten sonra beden hürriyeti anlam kazanır. Âkif, milletlerin hürriyetini bu anlamda ele almıştır. Ruhsuz bir bedenin anlamsızlığı neyse; hürriyetsiz bir vatanın olması da aynı derecede anlamsızdır.
Düşünme, inanma ve İslam akidesi çerçevesinde hareket serbestisini göstermeyen bir milletin bağımsız olması o kadar anlamlı değildir. Ancak, bağımsızlığını yitirmiş bir milletin de hürriyetini yaşama olanağı yoktur. Bu sebeple Âkif kişi hak ve hürriyeti kadar vatanın bağımsızlığını da şart görmüş, hürriyet ve bağımsızlık kavramlarını iç içe ele alarak yorumlamıştır. Tıpkı ruhla beden ilişkisi gibi.
İnsan yaratılışının hikmetini anlamak istemeyen insanların hürriyet anlayışı, Âkif’in acısını arttırıyordu. Ruhları esaret altına alınmış insanların sorumsuz, şuursuz ve anlamsız hareket serbestilerini hürriyet olarak telakki edenlerin ‘hürriyet hürriyet’ diye bağırmalarına hayret eder.
“Sâde hürriyeti ilân ile bir şey çıkmaz
Fikri hürriyeti hazm ettiriniz halka biraz”
Bir anlam kargaşası içinde hürriyeti anlamsızlaştıranlara “hürriyet devrini ilan etmekle hürriyet kazanılmaz” diyordu.
Âkif, insanların manen yücelmesine katkı sağlayacak hürriyet özlemi ile tutuşurken, hürriyet naralarıyla sokağa dökülen insanların nasıl küçüldüklerine şahit olmanın şaşkınlığını yaşıyordu. Kanun ve emirlerle dışarıdan üretilen hürriyet anlayışı, insanımızı insanımızdan uzaklaştırıyordu. Bu hürriyet anlayışı, eşrefi mahlûkat olan ve ahseni takvim sıfatıyla şereflenen insanımızı basitleştiriyor, yaratılış gayesini insanımıza unutturuyordu. Çünkü ithal edilen hürriyet anlayışı yapımıza, fikrimize ve zikrimize uygun değildi.
Bu hürriyet anlayışı, ruhun hareket kabiliyetini daraltıyor, imanı tanımıyor, akıllı ve fikri uyuşturuyordu. Getirilmek istenen hürriyet, Âkif’in istediği erdemli hürriyetten çok uzak kalıyordu.
Hudutlarını İslam’ın çizdiği bir hürriyet kavramına tutkun olan Âkif’in, yaratılan kargaşa düzenine söyleyecek sözü vardı:
“Bir de İstanbul’a geldim ki: bütün çarşı, pazar
Naradan çalkanıyor, öyle ya… Hürriyet var!
Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş… Doğru:
Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru.
Kimse farkında değil, anlaşılan, yaptığının;
Kafalar tütsülü hülya ile, gözler kızgın;
Sanki zincirdekiler hep boşanır zincirden,
Yıkıvermiş de tımarhaneyi çıkmış birden!
Zurnalar şehr ahalisini takmış peşine;
Yedisinden tutarak ta dayanın yetmişine!
Eli bayraklı alaylar yürüyor dört keçeli,
En ağır başlısının bir zili eksik, belli!”
Şuursuzca galeyana gelip hürriyet hürriyet diye bağıran insanları, zincirini koparıp, yıkılan bir tımarhaneden birden boşalan delilere benzetiyor Âkif.
Âkif’in bu denli hürriyet’ten bahsetmesi yadırganmamalıdır. Hasan Basri Çantay’ın deyimiyle hürriyet onun sevgilisiydi. Âkif, aklı, fikri ve zikri hür olmayan robotlaşmış insanların arasında yaşadı. Âkif, tüm İslam âleminin birer birer şer güçlerce istila edildiğinin canlı şahidiydi. Şüheda kanı ile sulanan toprakların yad ayaklar tarafından çiğnendiğini gören, emaneti ehliyetsizlere teslim ve tesellüm edildiğine şahit olan şanssız insanlardan biridir Âkif. Onun için mustariptir. Onun için dertlidir. Onun için ateşli bir hürriyetçidir…
“Öyle dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki!
Ah! karşımda vatan nâmına bir kabristan
Yatıyor şimdi… Nasıl yerlere geçmez insan”
Tarif edilen bu manzaraların ortasında kalan ve yaşayan birinin bu denli ateşli bir hürriyetçi olmasının yadırganacak tarafı olur mu?
“Âşinâlık yok, hayâlin konsa en bildik yere,
Yâd ayaklar çiğniyor; düşmüş vatan yâd ellere!”
“Nasıl tahammül eder hür olan esaretine?
Kör olsun ağlamayan, ey vatan; felaketine.”
“Kimin ayakları altında inliyor, hele bak!
Kimin elinde bıraktık… kimin emanetini.”
Bu dizelerde Âkif’in isyanını, hıncını ve acısını duyar gibi oluyoruz. Bu duygularla yaşayıp hüzünlenen hüzünlendikçe cesaretlenen elbette hürriyete sahip çıkacaktı, elbette hürriyetsiz olan sahte bir hürriyete sarılanları ayıplayacaktı…