Menü Kapat

MÜHÜRLÜ YAPRAK – HİKÂYE

MÜHÜRLÜ YAPRAK

 

    Bir sonbahar daha. Nasıl da koşarak gelmişti yine hüzün mevsimi. Yaz neşesinin aylaklığından kurtulamadan, dökülüverdi üzerimize gökyüzünün sevimsiz griliği. Bulutlu gözlerine yansır, yaprakların ve dalların hüzünlü ayrılıkları. Uğuldayan rüzgârın sesi ve griliğe uyanan gözlerinle bir başka duyarsın hayatın ezgisini. Zaten hep bu mevsimde açar zehirli duyguların çiçekleri.

Masal mutluluğunda yaşadığın aşkın, ayrılık sızısına dönüşmesi gibidir duyguların.

Mutsuz olmanı gerektirecek bir şey yoktur fakat garip bir huzursuzluk gelir konar yüreğine hoyratça. Sağlığın yerindedir; hasta gibidir bedenin. Kalbin çarparken, sus-muş gibidir yüreğin.  “Bahar” ve “Son” un birbirine olan uyumsuzluğuna benzer bütün hislerin.

Böyle bir günde dinlemiştim, anlatacağım hüzünlü ha-yat hikayesini. Sizler, hikâyenin sonunda anlayacaksınız oyunbaz hayatın inceliklerini.

Hüznün, karmaşanın, iç sıkıntısının dibe vurduğu bir sonbahar sabahıydı. Bu kasvetten sıyrılmak için sokaklara atmıştım kendimi. Kaç saat yerlere bakarak yürüdüm bilmiyorum. Taşlardan toprağa bastığımı görünce kaldırdım gözlerimi yerden. Karşımda, ıssızlığa bürünmüş park ve kuytuda beni bekliyormuş gibi duran tahta bir bank. Öyle ya, bu mevsimin hakkıyla yaşandığı en güzel yerlerdir parklar. Ağaçların hüzünlü bedenine yaslanır, bankların yalnızlığına eşlik edersin yorgunluğa direnen ayaklarınla.

O an en koyu grilikteki gökyüzüyle, yağıp yağmamakta kararsız yağmuruyla ve dallarından ahenkle savrulan yapraklarıyla bir başka göründü gözüme sonbahar.

Yürürken “ohh” dedim gökyüzüne bakarak ve bulutlara saklanmış güneşi çektim içime tüm griliğine inat. Hafif başlayan yağmur, ezgi gibi geldi kulağıma ve en sevdiğim şarkıları mırıldanmaya başladım kederime inat. Keyfim yerine gelmişti nihayet. Yağmur şiddetlenince, korunaklı bir banka yanaşıp oturdum usulca. Hiçbir şey düşünmeden, sadece sonbaharın yorgun ritmini dinleyerek etrafı seyret-tim bir süre.

Sonbaharı dinlerken bir kadın sesiyle irkildim. “Oturabilir miyim”? diye sordu tedirgin haliyle. O da bezgin, mutsuz, hüzünlü görünüyordu. İlk dikkatimi çeken siyah kirpikleriyle savaşan sarı kahkülleriydi. Rüzgârın etkisiyle birbirine karışan kâkülleri, dalından kopmaya yüz tutmuş sarı yapraklar gibi titriyordu eşarbının ucunda. “Oturalım tabi ki” dedim ve gülümseyerek kenara çekildim. Ne gülümsememi gördü ne de sıcak bakışlarımı. Birlikte sonbaharı dinledik bir süre. Tanımadığım insanlarla konuşmayı sevmeyen ben, bu suskunluktan huzursuz olup sohbete başladım. Benim konuşmaya başlamamı sabırsızlıkla bekliyormuş gibi se-vinçle karşılık verdi kadın. Havadan bahsettik sustuk, “Kış yüzünü gösterdi” dedik sustuk… Bu konuşma gerekliliği ve suskunluğu arasında gidip gelirken bir kadın daha yaklaştı yanımıza. Başıyla öylesine selam verip, yorgun bir şekilde bırakıverdi kendini banka. O da “Ne sıkıcı bir hava” dedi, sustu, “Yağmur yağmasa iyiydi” dedi, sustu… Biz diğer kadınla bakışıp güldük. Neden güldüğümüzü anlamamış bir ifadeyle bakınca açıklama yapmak zorunda kaldım;

-Az önce biz de aynı şeyleri konuşmuştuk.

“Bir de ben bunalttım sizi, hadi başka şeyler konuşalım o zaman” dedi ve elini göğsüne bastırdı:

-Ben Sevcan.

Tam kendimi tanıtmak için söze girecekken, “İyi ama zaten bu lanet hayatta konuşacak fazla bir şey yok ki” dedi, yanıma ilk oturan kadın. Ardından da bir iç çekti ve başla-dı anlatmaya. Kızından şikâyet etti, oğlundan şikâyet etti, ev işlerinden yakındı, kocasına beddualar yağdırdı, hayata lanet etti. Susmak bilmeyen sesiyle, arada attığı anlamsız kahkahasıyla, kasvetimize kasvet kattı. Bir anda Sevcan’la göz göze geldik. Huzur bulmaya çalışan gözlerimizin çare-siz bakışlarında birbirimize yakalandık ve gülümseyerek durumu oluruna bırakmaya karar verdik.

Bir anda rüzgâr şiddetlendi ve tepemizdeki ağacın yaprakları dökülüverdi üzerimize. Biz Sevcan’la, yaprakların dallarından kaçarcasına kopmalarına gülümserken “Hah bir bu eksikti” diyerek feryat etti şikayetçi kadın. Üzerinin kirlendiğinden şikâyetlenip, lanetler okuyarak, zaten hep çok şanssız olduğundan yakınarak yerinden hışımla kalktı. Onun yakınmalarının, benim dudağımın kenarında kalan gülümsememin arasına karışan bir hıçkırık sesine döndüm. Sevcan, ellerini yüzüne kapatmış, sarsıla sarsıla hıçkırıyordu. Şikayetleri boğazına takılı kalan kadın ve ben ne yapa-cağımızı, ne diyeceğimizi bilmez halde kalakaldık öylece. Şikayetçi kadın bir şeyler diyecek oldu engelledim.  “Bırak ağlasın” dedim.

Sevcan’ın elinden tuttum çekinerek. Usulca sıkıverdi elimi. Ağladı, ağladı, ağladı… Sustu. Biz onun suskunlaştığında ne diyeceğimizi bilemezken;

 “Yaprak dökümü size ne hissettirir bilmem ama benim canımdan can sökülür” dedi ve başladı anlatmaya:

“Bir tanecik oğlum vardı, gözümden sakındığım. Sonbaharda yaprakların dökülmesini seyretmeye bayılırdı. Her sonbaharda yaprakların dökülmesini seyretmeye gelirdik bu parka. O, dökülen yaprakları toplar, oyuncak kamyonunun arkasına doldurur, ağaçlara sarılarak, “yapraklarını koruyacağına” söz verip hızla yanıma koşardı. Telaşlı bir şekilde elimden tutar “hadi anne çabucak gidelim de üşü-yen yaprakları ısıtalım” derdi. Ben bunun bir oyun olduğu-nu zannederken bana sorduğu bir soruyla anlamıştım evladımın oyun oynamadığını”.

“Anneciğim, ben ağaca söz verdim yapraklarını koruyacağıma. Sence üzülüyor mudur, ya da yapraklar benimle gelmek istiyor mudur acaba”?

“Nereden çıkardın oğlum şimdi bunu” dediğimde, verdiği cevapla anlamıştım, anne-evlat bağını nasıl gördüğünü:

“Anneciğim, hiç tanımadığımız birisi beni senin yanından almak istese sen vermezsin, zorla alırlarsa da çok ağlarsın, üzülürsün değil mi?”.

“Bugün yaprakların dökülüşünü onun gözlerinden seyret-meye ve dökülen yaprakları toplayıp, ağacın dibine bırak-maya gelmiştim” dedi.

Şikayetçi kadın, çekinerek söze girdi:

-Kusura bakmayın, sizi üzen ben oldum sanırım”.

 Sevcan, bu özrü duymadı bile ve kendi kendine konuşur gibi gözleri dalgın devam etti konuşmasına:

“En iyi şekilde büyütüp okutmaktı tüm gayemiz. Hiç boşa çıkarmadı emeklerimizi. Eğitimine yurt dışında devam etmek istediğini söylediğinde canımın nasıl yandığını bugün gibi hatırlarım. Üzüntümü içimde saklayıp, evladımın mutlu olması için elimizden geleni yaptık.

Yine böyle kasvetli bir sonbaharda olmuştu, kokusunu içi-me çekip “Yolun açık olsun oğlum” diye veda edişim.

Uzun zaman aldı yokluğuna alışmamız. Her telefon konuşmamız heyecanla, seviçle başlar, engel olamadığım ağ-lamamla da son bulurdu. “Yeter ki canı sağ olsun da uzakta olmasına razıyım” diyen dillerim hasrete dayanamayan yüreğime yenik düşerdi.

Bir sabah aradığında sesi her zamankinden daha bir coşkulu ve daha bir heyecan doluydu. “Anneciğim seninle paylaşmak istediğim bir mutluluğum var. Ben âşık oldum” dedi. Oğlumun heyecanını anlamaya, paylaşmaya çalışırken evlenmek istediğinden bahsetti. Şaşkınlığımdan sıyrılıp kim olduğuna dair sorular sormaya başladığımda kızın ya-bancı uyruklu olduğunu söyledi. Tutuldum…”Nasıl olur” dedim. “Anneciğim bir tanısan sen de çok seversin, kısa sürede sizlerle tanıştırmaya getireceğim” dedi. Heyecanlı heyecanlı kızı ne kadar çok sevdiğini anlattı, bizi de çok özlediğini söyledi ve kapattı telefonu. Telefonun başında öylece kalakalmıştım.

Akşam babasına durumu anlattığımda “geçici bir heves-tir, takma kafanı” dediği an içim rahatlamıştı. Doğru ya Korhan’ım bizi asla üzmez, bizim onay vermediğimiz kişiyle de evlenmezdi.

Biz aylarca hevesinin geçmesini bekledik, O da aylarca ikna etmeye çalıştı bizi. Bizim sözümüzden asla çıkmaya-cağını düşündüğümüz oğlumuz bir sabah telefon açıp, nikah yapmaya karar verdiklerini, düğünü de Türkiye’de yapmak istediklerini söyledi. Bu karar için erken olduğunu, bu evliliğe onay vermediğimizi söyledim. Amcasının ya-bancı bir kadınla evlendikten sonra yaşadığı sıkıntıları anlattım. “Benim oğlum asla bir yabancıyla evlenmez” dediğim insanların yüzlerine nasıl bakacağımı sordum.

   Olmazdı, olamazdı!.. Karşılıklı inatlaştık bir süre. Bizi ikna etmek için hiç yılmadı yavrum ve kör inadımıza rağmen hiç incitmedi. Nasıl olsa bizi ezip geçemeyeceğini düşünürken nikah davetlerini aldık telefonda. Hırsımız, bencilliğimiz, kızgınlığımız gözlerimizi o kadar bürümüştü ki reddettik gitmeyi. İki yıl, tam iki yıl inat ettik, hiç yumuşamadık. Biz aramadık, onun aramalarına da cevap verme-dik.

   İki yıl sonra oğlum tekrar arayarak “Anneciğim biz bay-ramda Türkiye’ye geliyoruz, elinizi öpmeye” dedi. O kadar özlemiştim ki, sesini duyar duymaz tüm kırgınlığım özle-mime yenik düşüp terk etmişti beni. Heyecan, sevinç, has-ret, şaşkınlık hepsi karıştı doluştu evin salonuna. Evimizde iki yıldır süren mutsuzluk, yerini bir anda telaşlı bir heye-cana bıraktı. Uykularımızı kaçıracak kadar heyecanlı yaşadık bekleme sürecini. Evimizde tatlı bir telaş başlamıştı uzun zamandan sonra. Her sabaha mutlulukla uyanıp oğlumun sevdiği yemekleri yapıyordum. Gelecekleri günün hayalini kurdukça günler geçmek bilmiyordu. Tam 3 yıl olmuştu görmeyeli, sarılıp koklamayalı.

Nihayet oğlumsuz geçen gecelerin sonuna gelmiştik. Bir an önce sabah olması için ettiğim dualarla ve kavuşacağımızın mutluluğuyla zor etmiştim sabahı.

Sabah çalan telefonu açtığımda oğlumun sesini ararken başka bir sesle karşılaştım. Arayan kişi, oğlumun trafik kazası geçirdiğini ve tüm çabalara rağmen hayatını kaybettiğini, eşinin yaralı olduğunu söyledi. Ondan sonrasını hatırlamıyorum zaten. Sevgili oğlumuzu kaybetmiştik. Üste-lik çok özlediğim kokusunu bir kez daha içime çekemeden, üç yılın acısını çıkaramadan.

Günler sonra geldi cenazesi. Evlat acısının dayanılmazlığının yanı sıra, vicdan azabının dayanılmazlığıyla toprağa verdik tek evladımızı. Cenazesinin geldiği gün, oğlumun iş arkadaşı arayarak, karısının bizimle konuşmak istediğini söylediğinde yüzüne kapatmıştım telefonu.

   Tekrar küsmüştük hayata. Ve bu sefer kendimize de. Acımızın yanı sıra kendimizle hesaplaşmalarımız ve kendimizi affedemeyişimizle baş edemediğimiz bir gece, hayatımıza son vermeye karar verdik eşimle. Ertesi gün kabir ziyareti yaptıktan sonra gerçekleştirecektik planımızı.

 Bütün acılarımız sona erecekti nihayet. Sessiz sessiz ağlayarak zor etmiştik sabahı.

Hava aydınlanır aydınlanmaz düştük yola. Hem oğlumun toprağını koklamaya hem de bir an önce bu ızdıraptan kurtulmaya can atıyorduk. Yaradan’dan ve oğlumuzdan af dileyerek yakardığımız kabir ziyaretinden eve döndüğümüzde, kapıda bir kadını bizi beklerken bulduk. Yarım yamalak Türkçesiyle “Korhan’ın anne-babası olup olmadığımızı” sordu. Adının Angel ve Korhan’ın karısı olduğunu söyledi, titreyen sesi ve ürkek bakışlarıyla. Dizlerim çözüldü, yığılıp kaldım kapı kenarına. Çektiğim acının, ızdırabın sonuna gelmişken şimdi neden çıkmıştı karşıma bu kadın. Endişeyle kolumdan tuttu ve kaldırdı çekingen elleriyle. Eşimle ikisi koluma girerek içeri aldılar beni. Yıllardır bu evde bizimle yaşıyormuş rahatlığıyla mutfaktan su getirip elleriyle içirdi. Üçümüz de sustuk uzun süre. İlk konuşan yine yarım yamalak Türkçesiyle Angel oldu. Korhan’la birbirlerini çok sevdiklerinden, bizleri de Korhan’ın anlatmalarından çok dinleyip tanır gibi olduğundan bahsetti. “Sizler Korhan’dan bana kalan iki cansınız, izin verirseniz sizinle yaşamak, acımızı sizinle paylaşmak istiyorum” dedi. İçim yandı tekrar. Bir an önce ne söyleyecekse söyleyip gitmesini diledim. Ne söylerse söylesin umurumda değildi. Tek istediğim, bir an önce onun gitmesi ve kocam-la birlikte yaptığımız planımızı gerçekleştirip ızdırabımız-dan çabucak kurtulmamızdı. Hemen kendimi toparlayarak, konu daha fazla uzamasın diye ona karşı yaptığımız haksızlık için özür diledim. “Konuşacak bir şey yok artık, geldiğiniz için teşekkür ederiz” dedim ve yolcu etmek için ayağa kalktım. Yerinden hiç kıpırdamadan “Anlıyorum ben sizi” dedi yine yarım yamalak Türkçesi ve narin sesiyle. Size daha önemli bir şey söylemek istiyorum diyerek tele-fonunu çantasından çıkarıp birini aradı. İngilizce bir şeyler konuştu ve bana dönerek “kapıyı açabilir misiniz” dedi.  Biz ne olduğunu anlamaya çalışırken kapı çaldı. Kalkıp açtım. Karşımda oğlumun çocukluğu duruyordu. Aklımı oynatıyorum galiba diye düşünürken küçücük ellerin uzat-tığı çiçekle kendime geldim ve “Tıpkı babası gibi gülümsü-yor” dedim hıçkırarak. Hıçkırıklarımın arasına Angel’ın sesi karıştı:

-Evet evet tıpkı babasına benziyor küçük Korhan.

 Bir günün içinde yaşadıklarımız inanılır gibi değildi. Tam hayattan vazgeçmişken yüce Rabbim yeni bir hayat sun-muştu bize. Yılların hasretliğinin, pişmanlığının acısını çı-karırcasına sımsıkı sarılıp uzun süre kokladım, öptüm torunumu. Oğluma kavuşmuş gibiydim. Sonra ağlamaktan gözleri kıpkırmızı olan dedesi aldı kucağına ve babasının oda-sına götürdü.

   Angel, elinde kahve fincanlarıyla geldi. Arkadaşına kahvesini verip yanıma oturdu ve anlatmaya başladı tüm hikâyeyi. Bir yandan can kulağıyla onu dinliyor bir yandan da böyle bir insana yapmış olduğum haksızlık karşısında boğazım düğümleniyordu.

   Angel, yetiştirme yurdunda büyüyen, kimsesiz bir kızmış. Büyüyüp yurttan ayrıldıktan sonra gönüllü annelik yapmaya başlamış oradaki çocuklara. Çocuklarla ilgili yapı-lan bir etkinlikte tanışmış oğlumla. Oğlum hem Angel’dan hem de O’nun çocuklar için yaptığı fedakarlıklardan çok etkilenmiş.

“İlk görüşte aşktı bizimki” dedi Angel, sesindeki acıya ve hasrete hâkim olamayarak.

“Sizin beni istemediğinizi hiç söylemedi. Ben tanışmak istedikçe bahaneler uydurdu. Beni istemediğinizi, cenazenin buraya geldiği gün sizi arattırdığım arkadaşımdan öğrendim. Size, torununuza hamile olduğumu söyleyecektim. Kazada bebeğimi kaybetmekten öyle çok korkmuştum ki. Bebeğimin sağlıklı olduğu kesinleşir kesinleşmez arattırdım arkadaşıma. Zaten Korhan’la buraya gelmeye karar verme sebebimiz de bu haberi sizlerin yanına gelerek müjdelemek içindi” dedi.

   Bu yaşıma kadar hiç bu kadar pişman olup bu kadar utanç duyduğumu hatırlamıyorum. Hem kalbim hem de yanaklarım yanıyordu söylenenlerin karşısında. Benim çok üzüldüğümü anlayınca ellerimi tutarak;

 -Beni istemediğinizi anlayınca kendim de cesaret edip arayamadım sizi. Ama küçük Korhan büyüdükçe, her geçen gün artan bir eksiklik vardı hayatımızda. Yalnızlık ve kimsesizlik. Bir gün “oğlum da benim gibi kimsesiz büyümeyecek” diyerek sizlerin yanına gelmeye karar verdim. Babası yok ama ninesi ve dedesiyle büyüsün istedim.

   O günden beri bizimle yaşıyorlar. Dört kişilik çok mutlu bir aile olduk. Angel’a her ne kadar “yaşın genç evlenmek senin de hakkın, bizlere mecbur hissetme kendini” dedimse de hiç yanaşmadı evliliğe. “Korhan’ı sevdiğim kadar seveceğim birini bulursam evlenirim” dedi. Ben hep çok utandım Angel’a her baktığımda. O ise sevgi dolu baktı gözlerime, Korhan’a bakarcasına.

   “Birbirimizin yaralarını sara sara küçük Korhan’ı sevgi dolu büyütüyoruz şimdi” dedi gözlerinin içi gülerek.

     Bir suskunluk, ağır çok ağır bir suskunluk… Ağaçların hışırtısı durmuş, yapraklar dökülmeyi bırakmış, saygıyla acının bitişini bekliyorlardı sanki.

Sevcan’ın konuşmasının bittiğini anlamıştık fakat tek bir kelime bile söylemeye mecalimiz kalmamıştı. Ne yapacağımızı ne diyeceğimizi bilmez bir çaresizlikle birbirimize baktık. Gözyaşlarımız yağan yağmurla yarışa girmiş gibiydi. Birden kaçarcasına kalktık banktan. Ya yağmurdan kaçmak istedik ya da kendimizden.

   Yaşadığı acıya çok üzüldüğümü, tanıştığımıza memnun olduğumu söyleyip tüm çekingenliğimi bir kenara bırakarak sımsıkı sarıldım Sevcan’a. Bir süre ne o beni bıraktı ne de ben onu. Kökleriyle, gövdesiyle toprağa sımsıkı bağlanmış asırlık bir ağaç gibiydi duruşu. Ve bir o kadar da acı koku-yordu soluğu.

   Omzumun üstünde için için ağlaması durduktan sonra kendisini çekti ve gözlerini silerek “Sizi de üzdüm bağışlayın” dedi anlattığı acıdan yorgun düşmüş sesiyle. Vedalaşmak için elini uzattı. Tokalaşıp ayrılırken koynundan iki yaprak çıkararak şikayetçi kadına ve bana uzattı. Dilinin anlatamadıklarını sararmış yapraklara mühürlemişti sanki. Yaşamın çok kıymetli olduğunu, hayatı kendimize zehretmek yerine hayatın bizlere kattığı güzelliklere tutunmamız gerektiğini hatırlattı şefkatle.

   “Bu yaprağı evinize götürün ve her baktığınızda, beni ve sonbaharların her zaman yeni ilkbaharlara gebe olduğunu hatırlayın. Düşen yapraklara, yağan yağmura, savrulan fırtınaya söylenip lanet okumak yerine, onları sevebilmenin çok daha kolay olduğunu, yaşamın bize sunduklarıyla inatlaşmak yerine oluruna bırakma sabrını göstermeyi, kötü olacağını zannettiklerinin içinde bilmediğin ne güzelliklerin uyuduğunu unutmayın” dedi ve el sallayarak gitti.

   Sakinlemiş yağmurun eşliğinde üçümüz ayrı yönlere doğru yürüdük. İçimize çöken hüzün, avucumuza sıkıştırdığımız yaprak ve hayata farklı bakmaya başlayan gözlerimizle hızlanmıştı adımlarımız.

   Eminim şikayetçi kadın, çocuklarına sarılmaya, ben kaçırdığım hayata koşuyorduk. Sevcan ise koynuna sakladığı birkaç sararmış yaprakla, elinde kalan mutluluğuna sımsıkı tutunmaya…

Serpil Özdemir