Muhammed Işık / TYB Ankara Şubesi YK Üyesi
Mehmet Sait Uluçay’ın “Sürgün ve Aşk” adlı romanı, 274 sayfalık hacmiyle, yalnızca bir hikâye anlatmakla yetinmeyip insan ruhunun karanlık dehlizlerine iniyor ve tarihî bir dramın tüm buhranını sayfalara taşıyor. Bu eseri elime aldığımda, her satırında hem bir milletin hem de bireylerin yaşadığı trajedilere bizzat şahit olmuşçasına bir hüzün ve hayranlık içinde ilerledim. Uluçay, bir romancıdan ziyade bir ruh mühendisidir; zira onun kalemi, yalnızca olayların kronolojisini değil, insanlık tarihinin karanlık köşelerine tutulmuş bir projektör misali en derin yaralarımızı aydınlatır. Bu kitap, yalnızca bir roman değil, geçmişin izleriyle bugünün ruhunu şekillendiren bir ayna, bir vicdan çağrısıdır.
Kırım’dan Özbekistan’a Uzanan Bir Yolculuk
Mehmet Sait Uluçay’ın kaleme aldığı Sürgün ve Aşk, yalnızca bir roman değil, insan ruhunun karanlıklarla sınandığı bir arenadır. Romanın merkezinde, Kırım’dan Özbekistan’a sürgün edilen ve ardından Türkiye’ye sığınan Bulat ailesinin dramatik öyküsü yer alıyor. 1941’de Alman-Rus savaşı sırasında başlayan büyük bir soykırım ve 1944’te çıkarılan toplu sürgün kararnamesi, hikâyeyi şekillendiren acımasız bir kaderin başlangıcıdır. Bu tarihî çerçeve içinde Uluçay, bir ailenin öyküsünü anlatırken, dönemin binlerce mağdurunun ortak çığlığını da yankılar.
Hayvan vagonlarına tıkıştırılmış insanların açlık, susuzluk ve umutsuzluk içinde geçen yolculukları öyle canlı bir şekilde betimlenmiş ki her satır, okuyucuyu o vagonların dar ve karanlık dünyasına çeker. Bu, yalnızca insanların bir sürgünü değil, ruhların da sınandığı bir yolculuktur. Özbekistan’da geçirilen 12 yıllık sürgün dönemi, insanın en temel haklarından nasıl mahrum bırakıldığını gösterirken, ailenin Türkiye’ye kaçışı, insanlık onurunun en zor koşullarda bile nasıl korunduğuna dair bir ağıt gibidir.
Uluçay, insanın çaresizliğini, hayatta kalma mücadelesini ve insan ruhunun kırılganlığını öylesine maharetle işlemiş ki, roman boyunca yalnızca bir hikâye okumuyor, aynı zamanda insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden birine derin bir psikolojik yolculuk yapıyorsunuz. Bu eser, bir dönemin trajedisini anlatırken, aynı zamanda insan olmanın ne demek olduğuna dair sessiz bir manifesto sunuyor.
Aşk ve Dramın Kesiştiği Nokta
Romanın dramatik atmosferine eşlik eden ve ona adeta ruh veren en etkileyici unsur, Bulat ailesinin kızı Meryem’in destansı aşk hikâyesidir. Meryem ve Yusuf’un Mersin’in Akotel’inde filizlenen aşkı, yalnızca iki yüreğin birbirine yönelişi değil, aynı zamanda savaşın ve sürgünlerin karanlığına meydan okuyan bir ışık, insan ruhunun derinliklerinden yükselen bir direniş simgesidir.
Mehmet Sait Uluçay, aşkı basit bir tema olarak değil, insanlık onurunun yeniden inşasında bir mihenk taşı olarak ele almıştır. Meryem ve Yusuf’un aşkı, sürgünlerin, kayıpların ve acıların gölgesinde filizlenirken, okuru yalnızca bir duygusal hikâyeye değil, insanoğlunun en karanlık anlarda bile tutunabileceği bir umudun varlığına götürür.
Uluçay, Meryem’in saf masumiyetini ve Yusuf’un sessiz kararlılığını öyle derinlikli bir şekilde betimlemiş ki, bu iki karakterin buluşması, yalnızca bir aşk hikâyesi olmaktan çıkar; sürgünle örselenmiş bir neslin kaybettiği insanlık değerlerini yeniden bulma çabası haline gelir. Onların basit ama büyülü dünyası, okurun zihninde yalnızca bir mekân değil, bir metafor olarak yankılanır: Savaşların ve trajedilerin harap ettiği bir dünyada aşk, insanlığın kendi küllerinden doğabileceğini gösteren sessiz bir zaferdir.
Mekânlar ve Kültürel Doku
Roman, Kırım’ın meltem kokulu Yalta kıyılarından, Özbekistan’ın çorak ve yalnız Kattakurgan topraklarına, Türkiye’nin bereketli Mersin sahillerinden Erzurum’a uzanan geniş bir coğrafyada şekilleniyor. Her bir mekân, yalnızca bir fon olmaktan öte, olayların ruhunu yansıtan canlı birer karakter gibi betimlenmiş. Uluçay, bu yerlerin kültürel dokusunu, insanlarını ve gündelik yaşamlarını öylesine incelikle resmediyor ki, okur kendini yalnızca bu mekânlarda dolaşırken değil, onların tarihine, hüznüne ve direncine ortak olurken buluyor.
1941-1960 yılları arasındaki bu yirmi yıllık zaman dilimi, tarihin en karanlık anlarının tanığıdır. Yazar, savaşın ve sürgünün gölgesinde geçen bu dönemi aktarırken, her ayrıntıyı yaşatır. Yalta’nın zarif tınılarından, Kattakurgan’ın suskun ve çorak sessizliğine geçerken, yalnızca mekânlar değil, insan ruhlarının nasıl değiştiğini de hissedersiniz. Özellikle Özbekistan’daki sürgün yıllarında, sürgün hayatı yaşayanların yaşam mücadeleleri ve sürgündeki ailenin sessiz dayanışması, hikâyeye hem acı hem de umut dolu bir derinlik katmaktadır. Mersin ve Erzurum ise, romanın yeniden doğuşa açılan kapıları gibidir.
Uluçay, mekânların salt birer coğrafi alan değil, insanlık dramının aynaları olduğunu ustalıkla kanıtlıyor. Her detay, dönemin atmosferini öylesine güçlü bir şekilde yaşatıyor ki okur, o dönemin nefesini ensesinde hissederek ilerliyor.
İnsanı Derinden Sarsan Bir Anlatım
Mehmet Sait Uluçay, tarihin tozlu sayfalarına gömülmüş bir trajediyi yalnızca yeniden canlandırmakla kalmıyor, aynı zamanda bu trajediyi insan ruhunun dayanıklılığı ve sevginin iyileştirici kudretiyle harmanlayarak adeta bir diriliş hikâyesine dönüştürüyor. Sürgün, ölüm, acı ve aşk gibi insanın en temel ve yoğun deneyimlerini, okurun kalbine işleyen bir üslupla dile getiriyor.
Uluçay’ın kalemi, yalnızca olayların kronolojisini değil, bu olayların insan ruhunda yarattığı derin izleri de ustalıkla işler. Sürgünün çaresizliğiyle sevginin iyileştirici gücü, yazarın anlatımında birbiriyle çarpışırken, insanlık onurunun o büyük karanlıkta dahi nasıl ayakta kalabildiğini görürüz. Her cümlede, bir yanda umutsuzluğun gölgesi, diğer yanda ise sevginin sönmeyen ışığı hissedilir.
Uluçay’ın dili, okuyucunun yalnızca aklını değil, kalbini de etkisi altına alan bir melodidir; bu melodi, her satırda yankılanır ve insana, tarih boyunca değişmeyen acıların ve sevgilerin ortak hafızasını hatırlatır.
Sürgün ve Aşk romanı, tarihî olayları bireysel dramlarla birleştirerek, okuyucuya unutulmaz bir deneyim sunuyor. Gerçek bir yaşam öyküsünden ilham alması, eserin etkileyiciliğini derinleştiriyor; zira bu roman, yalnızca geçmişin acılarına tanıklık etmekle kalmaz, o acıların insan ruhunda bıraktığı izlere de ışık tutuyor. Uluçay, tarihî bir dönemin izlerini, insanların özel dünyalarındaki derin duygusal kırılmalarla harmanlayarak, her satırda okuru hem geçmişe hem de manevi yolculuğuna davet ediyor.
Tarihe tanıklık eden bir roman okumak, bir yandan tarihin katı gerçeklikleriyle yüzleşmek, diğer yandan da insan ruhunun bu gerçeklikler karşısındaki direncini anlamak demektir. Sürgün ve Aşk tam olarak bunu yapıyor. Hem duygu hem de düşünce dünyasına çok şey katacak bu eser, okuru yalnızca bir tarihî dramın tanığı değil, aynı zamanda insanlık durumunun evrensel bir parçası olarak da hissedecektir.