YAZAN: MAHMUT BIYIKLI (TYB İSTANBUL ŞUBE BAŞKANI)
Eylülün hüzün ayı olarak meşhur olması boşuna değildir. Dallardan yaprakların solup düştüğü gibi nice canlar da bu ayda hayata veda etti; işte onlardan birisi de Şair Olcay Yazıcı’dır.
Yazıcı, eylül üzerine çok sayıda şiiri bulunan kitabının adını bile “Eylül’ün Kırdığı Gül” koyan kırılgan şairdi. Ayrıca hüzün üzerine en güzel denemeleri kaleme alan bir hüzünkârdı.
Kendi ifadesiyle hem lirik, hem estetik, hem mistikti. Gayrıya dirençli görünse de bir o kadar da muzdaripti. Bir yanı hep kırıktı, şiirini fazlasıyla besleyecek kadar içinde acı vardı.
Eylülü de hüznü de içinde bu denli güçlü bir şekilde yaşayan nahif şairin, bir eylül gününde göçmesi, kaderin bir cilvesi olsa gerek.
Edebiyat tarihimizde, asude bahar ülkesine yolculuğa çıkan birçok şairin ölümüne tarih düşürdüğü bilinir. Bunu ilham olarak da keramet olarak da görenler var. Bize öğretilen ise şudur: Hikmet ehlinin işine karışılmaz.
Kudretli şairimiz: “İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez / Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.” diye boşuna söylememiştir.
Hüzün şairi sıfatını kendisine kolaylıkla verebileceğimiz Yazıcı da yazdığı eylül şiirleriyle bir anlamda kendi ölümüne tarih düştü.
Kederini kalbine kaydettiği, acılarını yıllarca içinde hissettiği nice vatan evladının kaderini etkileyen 12 Eylül’de ahirete göçmüştü. 12 Eylül, Anadolu çocukları için sıradan bir tarih değildir.
İrfan ehlinden bir ağabeyimiz cenazede, “Sıra dışı bir insan olan Yazıcı’nın sıradan bir tarihte ölmesi zaten beklenmezdi. 12 Eylül’ü yaşayanları da yaşatanları da bundan sonra derviş yürekli yiğit kardeşimiz Olcay’ı da unutmayacağız” demişti.
Geçen gün kültürün, kültür kurumlarının ve kültür adamlarının yakın dostu, Zeytinburnu Belediye Başkanımız kıymetli Ömer Arısoy Bey, alicenaplık göstererek Olcay Yazıcı’yı kabri başında ziyaret edip, merhumun hayatına dair video yayınladı.
Türkiye’ye değer katan fikir ve edebiyat adamlarının adını bile duymayan müteahhitlerin, neredeyse bütün belediye başkanlıklarını işgal ettiği ülkemizde Arısoy’un bu vefası, gözlerimizi yaşarttı.
Bir belediye reisinin çıkıp on dört yıl önce vefat eden bir kültür adamını hatırlaması ve hatırlatması takdire şayan bir durum. Artık yaşanılan olumsuzluklara değil, yaşadığımız olumlu bir davranışa hayret eder hale geldik. Allah sonumuzu hayır etsin.
ÖLÜMDEN NE KORKARSIN, KORKMA EBEDİ VARSIN
Kozluk Mezarlığı’nın ebedî sakini olan Olcay Yazıcı, her nefesini “bilme ve olma” gayretinin içinde harcadı. ’’Herkes öldü biz de öleceğiz. Tek derdim, ölmeden evvel yazmak istediklerimi yazmak, okumak istediklerimi okumak” dese de ömrü okumak istediklerine de yazmak istediklerine de vefa etmedi.
Allah temiz kalbine doğurmuş olacak ki vefatından kısa bir süre önce rehberindeki hemen herkesi telefonla arayıp helalleşti. Beni aradığında, “Bir anda göçeriz, helalleşmeye fırsatımız olmaz hakkını helal et kardeşim” demişti. Ben de Allah korusun ağabey, daha yapacak çok iş var acele etme demiştim. Bu konuşmamızdan saatler sonra şehirlerarası yaptığı yolculuktan, ebedi yolculuğa çıktı.
Mezar taşına vasiyeti üzerine çok sevdiği derviş Yunus’un “Ölümden ne korkarsın, korkma ebedî varsın” şiiri yazıldı. “Hesaba çekilmeden önce, hesaba çekilmek lâzım” şuurunda yaşayan Yazıcı, kul hakkına son derece riayet ederdi.
Kültür dünyasında çok sevilen simalardan biriydi. Ardından herkes güzel şahitliklerde bulundu. Türkiye Yazarlar Birliği’nde yaptığımız anma programında, mana sultanlarımızdan İbrahim Hakkı Hazretleri’nin kıymetli torunu Belkıs İbrahimhakkıoğlu Hanımefendi hepimizin hislerine tercüman olacak şekilde şöyle anlatmıştı Yazıcı’yı:
“Dünyaya hüzünlü bir selamla gelip, hüzünlü bir selamla veda eden kervanın yolcularındandı. Yüz ifadesinde, uzaklara, özlediği âlemlere bakan bir ifade sezerdim. Bir ayağıyla bu toprakların evladıydı ancak ruhuyla hep uzaklardaydı. İdeal insan modelini taşırdı, arkasında çok güzel hatıralar, intibalar bırakarak bu dünyaya veda etti.”
DİN VE DİL DAVASI
Gazetecilik ve dergicilikte de başarılı bir geçmişi olan Olcay Yazıcı, cemiyeti ayakta tutan ve yığını millet yapan iki ana unsur olan “dinin ve dilin” müdafilerindendi.
Tasavvuf büyüklerinin tavsiyeleri ve örnek hayatlarından ilham alarak kendisine bir yol çizen, dindarlığını dışa yansıtmaktan ziyade, içsel derinleşmeyi tercih eden bir anlayışa sahipti. Dindarlığı, dilden hale çekmeyi başaran nadir edebiyatçılarımızdandı. Halini halka göstermek yerine, Hakka arz ederdi. Pırıl pırıl bir Müslümandı. Radikal dini anlayışlardan fersah fersah uzaktı. Dini alana musallat olan fanatizme karşıydı.
Orta yoldan yani istikametten hiçbir zaman ayrılmadı. Yüzlerce edebiyatçıyla uzun yolculuklar yapmış birisi olarak, namaza onun kadar düşkün, onun kadar hassasiyet gösteren hiç kimseyi tanımadım. Namaz vaktinin geldiğini, okunan ezandan önce onun hareketlenmesinden anlardık. Bulunduğu her platformda dinin propagandasını yapan İslamcılığın kitabını yazan anlı şanlı ağabeylerimizde bile göremediğim ibadet aşkı vardı onda.
Bu yönünü de saklar, kimseye yansıtmaz ve dikte etmez, kendi halince yaşardı. Haline vakıf olanların anlayacağı bir derinlikte, manevi deryalara dalardı. Ahirette, aşkla kılınan o namazların kendisine şahitlik ettiğine yürekten inanıyorum.
Din konusunda olduğu gibi, dil hususunda da hassasiyet sahibiydi. Ona göre toplumun temeli olan dil, sağlam bir zemin üzerine inşa edilmezse ilk depremde yıkılır, büyük hasarlar alırdı. “Topraklarına gül ekmeyenler başkalarının ektiği ısırganla ağızlarının tadını kaybederler” derdi.
Dili pervasızca kullanan aydınlara karşı sözünü esirgemezdi. Dil idrakine sahip olmayan, dil şuurunu kazanamamış kimselere aydın demekle, “aydın” kavramına hakaret etmiş olacağımızı söylerdi. Dile beka açısından yaklaşır, “Dil giderse il de gider” sözünü levha yaptırıp, okullara asmamızı isterdi.
Dil üzerine derin bir vukufiyeti vardı. Öğretmen ve öğrencilere, Türkçenin kokusu ve dokusuna vakıf olmak, dilimizin cevherini keşfetmeleri için Yunus Emre’nin diriltici şiirine yönelmelerini salık verirdi. Dilimizin iklimine girmek isteyenler için, Karacaoğlan ırmağına dalmalarını söylerdi.
Türkçe’nin büyük ustalarını tanımadan ve okumadan eser verenlere sitem eder, kuru metinlerin okuyucunun ufkunu daraltacağını vurgulardı. Dil estetiği üzerine uzun makaleler kaleme aldı. Yine bu konuda radyo programları yaptı. Türkiye’de dil estetiği üzerine fikir üreten az sayıdaki aydından biriydi.
YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ
MAHMUT BIYIKLI KİMDİR?
1976 yılında Kayseri’nin Develi ilçesinde doğdu. Yüksek öğrenimini Marmara Üniversitesi Türkçe Eğitimi Bölümü’nde tamamladı. Öğrencilik yıllarında çeşitli sivil toplum kuruluşlarında kültür sanat faaliyetlerinde bulundu, dergiler çıkardı. Uzun yıllar Yeni Dünya dergisi ve Seyr FM’in Genel Yayın Yönetmenliği görevini yürüttü. Mavi Yayıncılık’ta ve İstanbul dergisinde editörlük yaptı. Hanımefendi, Beyza Çocuk ve Gençdoku dergisinde Yazı İşleri Müdürlüğü vazifesinde bulundu. “Yaşayan Hatıralar” radyo programı 2011 yılında “Yılın Radyo Programı” ödülüne layık görüldü. Televizyonda Kültür Dünyası programını hazırlayıp sundu. Belgesel metin yazarlığı yaptı. Ulusal ve uluslararası kültürel organizasyonlarda koordinatör olarak birçok projeyi hayata geçirdi. İnsan ve kültür merkezli projeleri nedeniyle ödüller aldı.
Halen Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şube Başkanı ve Haber7 yazarıdır. Şiirleri çocuk dergilerinde, kültür sanat yazıları muhtelif dergilerde yayınlanmaktadır.
Yayınlanmış Kitapları:
Şehrin Kaybolan Efendileri (Deneme, 2017); Teravihte Gülen Çocuklar (Çocuk, 2015 2. Baskı 2018); Hak Dostlarından Hatıralar (Hatırat, 2008); Şehir Şiirleri Antolojisi (Şiir, 2016); Yaşayan Hatıralar (Söyleşi, 2018); İnsan İnsana Şifadır (Portre 2018) Kültüre Adanmış Bir Ömür (Biyografi 2018); Hatır Defteri (Şiir 2019).