Menü Kapat

Hüseyin Coşkun-Kayıp Çağın Son Türküsü

Hüseyin COŞKUN (TYB Ankara Denetleme Kurulu Üyesi)

– Kayıp Çağın Son Türküsü – 

Ben ve kardeşim, her şeyden habersiz koşup oynarken, güneşin tenimizi yaktığı o vakitler, babam tek başına kan ter içinde evimizi inşa etmekle uğraşıyordu. Tozlu Adıyaman sokaklarında yankılanan çekiç sesleri, çocukluğumun müziğiydi. İşte yine öyle bir gün, duvarların arkasından kulağıma gelen türkü yüreğime işlemişti. Babam o türküyü söylemekle kalmayıp sanki uzun zamandır kafeste hapis kalmış kuşları da özgürlüğe uğurluyordu. Gözleri uzaklara dalmış, sesi hüzünle titriyordu. Çok çileler çekmişti babam; yetim kalmış, erken yaşta sorumluluklar yüklenmişti sırtına… Ondandır o türkünün bu denli içime dokunması.

Köyden şehre taşındığımız zaman evimizin bir bölümünün çatısı yoktu; duvarlar sıvasız, pencereler naylon poşetle kaplıydı. Babam yarım gün işinde oluyor, geri kalan vakitlerde evimizi yapmaya çalışıyordu. Annem köyde olduğundan ablam da yemek işlerini hâllediyor ve bizlere bakıyordu. Yemek dediysem de, tabii on iki-on üç yaşındaki bir kız çocuğunun elinden ne gelirse artık… Bir kara tava, birkaç kaşık ve sayımızca tabak dışında bir çuval da çavdar unumuz vardı. Ablam, o şartlarda yine de bize oldukça lezzetli yemekler hazırlardı. Her lokma, onun emeğiyle yoğrulmuştu sanki.

Babamın ne iş yaptığını anlamazdım o vakitler, yalnızca gördüklerimden yola çıkarak az-çok tahmin ederdim. Tekerlekli el arabasının içine koyduğu tuhaf bir icat olan, gövdesi turuncu renkli bir motor, fazlaca ağırlığı olan, uzun bir metal parçası etrafına sıkıştırılmış kesici bir zincir, yanında da ufak bir bidona yeterince konulmuş benzin ve motor yağı olurdu hep. Bunların dışında bir de götürmeyi asla ihmal etmediği hakî yeşili tamir malzemeleri olan bir çanta vardı. Babam odun keserdi bu sıra dışı aletle ama işi nasıl alırdı, kaç saatte bitirirdi bilemezdim. Bir defasında çantayı unuttuğu gün merak edip karıştırmıştım. Çok geçmeden de geri dönüp almıştı, ben daha içinde ne olduğunu göremeden. O çantayı merak etmem tamamen babamdan kaynaklıydı; hep gizlerdi bizden. Kendince haklıydı da belki, çünkü o tamir etmeye yarayan aletlerin kaybolması onun işinden olmasına sebep olabilirdi… Biraz kazandığı parayla da birkaç briket ve çimento alırdı. Böyle böyle yeni evimizi tamamlamış oldu. Daha sonra da annemi köyden alıp Adıyaman’a yeni evimize getirmişti.

Adıyaman Tütünü

Adıyaman; yazları kurak, yakıcı; kışları sert ve yağmurlu. Memleketim; kızıla çalan toprağı, tütünün ana vatanı Adıyaman. Çocukluğumun geçtiği bu topraklarda, hayat güneşin doğuşuyla başlar, batışıyla son bulurdu. Annem geldikten sonra yavaş yavaş bir düzen kurmaya çalışıyorduk. Kendi tarlalarımız engebeli olduğundan babam düzlükte tarlası olan birinin arazisini kiraladı. O zamanlar bu tip toprak sahiplerine ağa deniliyordu. Bir ağa ile anlaşıp tarlasını ekip biçecek ve hasat zamanı elde edilecek ürünün yarısını ağaya verecekti. Tarlayı kiraladığı hafta babam hemen atla çift sürmüş ve mısır ekmişti.

Sabahın alaca karanlığında tarlaya gider, mısırları sular, ötesinde berisinde otlar varsa onları da koparırdı. Kahvaltı saati gelince topladığı otları sırtına yükler getirirdi. Yorgun olmasına rağmen bizi görünce gözlerinin içi gülerdi, sırtındaki yüke aldırmadan. Sonra getirdiği otları sırtından indirir, bir kütük üstünde keskin tahrayla hepsini ufak parçalara ayırır, plastik leğen içine koyar, ineklere pay ederdi. İzlemekten keyif aldığım bu olay hemen her gün yaşanırdı.

Mısırlar boy vermeye başlayınca babam, annem, ablam, kardeşim ve ben de tarlaya giderdik. Onlar çalışırken biz de kardeşimle çamurdan ev yapıp oynardık. Kimi zaman da arı yakalayıp o yaptığımız eve koyar, onun yaptığı hareketleri izlerdik. Hiç unutmam, kanatlarından tuttuğum arılar parmaklarımı sokunca verdiği o müthiş acı dün gibi tazedir aklımda. İşleri yetiştirmek için genellikle öğle yemeğini ablamla ikimiz gidip evden apar topar hazırlar, bir bohçaya sarar getirirdik. Tabii eve boş dönmez, giderken de ot sırtlardık.

Babam hem mısır tarlasına bakmayı hem odun kesme işini birlikte götürüyordu; neredeyse hiç boş zamanı olmazdı. Zamanla her şeyin farkına varıp tarla işine biz de yardım eder olduk. Bu arada dayımın bize hediye ettiği uzun tüylü yelesi, uzunca kuyruğa sahip, kırmızı, kahverengi arasında bir rengi olan, cana yakın atla arkadaş olmuştum sanki. Onun taşıdığı yükleri ben de onun kadar sırtımda hissediyordum. Yükü boşalttıktan sonra da sırtına binerdim, rüzgârı yararcasına koşardı. İşte o zaman hiç yorgunluğum kalmazdı benim, Sanırım o da ben mutlu oluyorum diye daha bir şevkle koşardı.

Adıyaman Cendere Köprüsü

Bize yeni bir ev yapmıştı babam. Sabahtan akşama kadar, bin bir zahmetle iki tuğlayı üst üste koymak için çalışırdı. Ter şakaklarından akar, güneş başından eksik olmazdı. Kuru bir dalın gölgesine bile hasret kalırdı. Durmadan, güneşten kararana kadar çalışırdı. İşte zaman böylece, bin bir zahmet ile geçip gitti. Kaç defa soba kuruldu ısındık, kaç defa sıcak Adıyaman gecelerinde bir nebze olsun serinlemek adına dama yatak serdik, sayamadım bile… Ne güzel anlardı o vakitler; sofrada hep birlikte olur, keyfimize diyecek olmazdı. Hele ki hasat vakti, harman yerinde güneşin ayrana verdiği lezzeti asla tarif edemem. Buğday başaklarını deste deste kesip gerimizde bırakıp ilerlerken aklımdaki tek soru “Kaç saat içinde bitirebiliriz bu koca tarlayı?” olurdu. Nihayet sabahın alaca karanlığında başlayıp ablamın kahvaltılık ve öğle yemeğini getirmesiyle biraz dinlenir, akşam güneşinin son hüzmelerinin yüzümüzde bittiği vakit de evimize dönerdik.

Ailece güç birliğinin neticesinde işlerimizi bitirir, ufaktan kışlık ayarlardık. Babam, kardeşim ve ben odun kırıp, çalı çırpı sırtlarken; annem ile ablam da kurutmalık ve salça yapmakla meşgul olurlardı. Yaz tatili bitince okulun yolunu tutardık. Ben ve kardeşim Mehmet öğlen vaktinde okul bitince hemen eve gelir, yemeğimizi yer yemez işe koyulurduk. Oyunlar oynama çağımızda biz iş düşünürdük hep ve hiç de sızlanmazdık. Dedim ya, ne güzel anlardı o zamanlar!..

Hayatım boyunca babam gibi olmak istedim hep, çünkü o hem çok iyi bir baba hem de iyi bir insandı. Kimsenin hakkını yemez, olanla yetinir, hep şükrederdi hâline.

Kaybolan Değerler

Peki ya şimdi ne değişti? Neden o duygulardan ayrı düştü kaderimiz? Sadece bizimle ilgili olsa neyse, ama neredeyse herkes bu konudan muzdarip. Birçoğu o dönemin mutluluğuna hasret ayrıldı aramızdan. Herkesin hayatı tabii ki kendi hikâyesidir aslında. Kimimizin penceresinden sızmıştır güneş, kimimizin ise kapalıdır hayat perdesi. Kimisinin çökük omuzlarında dünyaca yük, kimisinin ise yüksüzlükten kalınlaşmıştır boynu, gövdesi. Şimdilerde her mahlûk ateş ve alevin tüm senfonilerini olağanüstü bir şekilde yöneten bir orkestra şefi adeta. “İnsanı insan yapan en önemli unsur” dediğimiz vicdan, şimdi bir paçavra gibi sökülüp atılmış yüreklerden. En güzel duygu içimizdeki merhamet değil miydi? Bizi biz yapan bütün varlıklardan üstün kılan aklımızdan çok merhametimiz değil miydi? Sevebilmek değil miydi birbirimizi? Yunus ne güzel demiş: “Maharet güzeli görebilmektir, sevmenin sırrına erebilmektir. Cihan âlem herkes bilsin ki şunu; en büyük ibadet sevebilmektir.”  Kaybettiğimiz değerleri yeniden bulmak, merhameti ve sevgiyi yeniden yeşertmek için umudumuzu hiç kaybetmemeliyiz. Tıpkı babamın o türküsünde olduğu gibi, karanlığın ardından mutlaka bir ışık doğacaktır.

Saygı ve rahmetle babamı anıyorum.