Ethem GÖKTÜRK
Salim Bey, müfettiş yardımcısı olarak göreve yeni başlamıştı. Onlarca imtihanın ardından memur olmanın heyecanı yaşıyordu.
Kendisini, tecrübeli İş Müfettişi Kamil Bey’in yanına stajyer olarak verdiler. Çalışma hayatını düzenleyen iş kanunlarına numarasıyla atıfta bulunmayı seven, babacan kişilikli, hoş sohbet bir insan olan Kamil Bey’den mesleğiyle ilgili öğreneceği çok şey olduğunu düşünüyordu.
Tanıştıklarının üçüncü günü sabah erkenden ikisi Numune Hastanesinin yolunu tuttular.
İş kazası geçiren bir çalışanın ifadesini alacaklardı.
Yol boyunca Kamil Bey, yardımcısına “İfade alırken, şahısların özellikle gözlerinin içine, jest ve mimiklerine dikkat et! İfadelerin gerçeğe uygun olup olmadığı seslerinden, abartılı anlatımlardan ve yüzlerinin aldığı renkten anlaşılır.” diye arka arkaya ipuçları veriyordu. Tam hastanenin önüne geldiklerinde önemli bir uyarıda daha bulunmayı ihmal etmedi.
“Bak genç meslektaşım, bunların çoğu kazaya uğradıktan sonra işveren ya da kazaya karışan diğer şahısların akla hayale gelmez vaatleriyle yanlış ifade verir, olayı saptırırlar. Bunu fark edemez de ona göre rapor düzenlersek adaletin terazisi şaşar!”
İki meslektaşın, güvenlikçilerin rehberliğinde Ortopedi Servisinde yatan adamı bulmaları zor olmadı.
Odaya girer girmez görünen manzara genç müfettiş yardımcısına çok ilginç geldi. Şimdiye kadar çeşitli yerlerde sadece eli, kolu veya ayağı alçıya alınmış pek çok insan görmüştü. Başı sarılı olanlara da rastladığı olmuştu. Ancak odada yatan adamın neredeyse görünen organlarının tamamı beyaz sargılarla kaplıydı. Hani seyircinin dikkatini çekmek için abartılmış film sahneleri olur ya onlardan biriyle karşılaşmış hissine kapılmamak mümkün değildi.
Soruları, kazazedeye “Geçmiş olsun.” diyerek konuşmaya başlayan Kamil Bey soracak; yardımcısı not edecekti. Neyse ki adam, başı yüzü tamamen sarılı olmasına rağmen sıkıntısız bir şekilde konuşabiliyordu. Bunu, “Sağ olun beyim, hoş geldiniz.” derken sergilediği ses tonundan anladılar.
Kamil Bey, kanunların kendilerine verdiği yetkiyi hatırlatan bir iki cümlenin ardından kazazedeye ilk sorusunu sordu.
“Olay nasıl oldu, anlatır mısın?”
Adam, sargıların arasında yağda yeni pişmeye başlayan yumurta gibi oynayan gözlerini birkaç defa kapatıp açtıktan sonra konuşmaya başladı.
“Beyim, öyle bir durum yaşadım ki nasıl desem, tam anlamıyla görünmez bir kaza.”
Kamil Bey, “Bak şimdi sorularımla ‘görünmez’i nasıl ‘görünür’ hale getireceğim!” dercesine yan gözle yardımcısına baktıktan sonra yatan adama yüzünü döndü.
“Peki, nasıl gerçekleşti bu görünmez kaza?”
“Sabahtan akşama kadar inşaatın son katında duvar ördük. Hava kararırken iş bitmiş, ustalar evlerine gitmişti.”
“İş bittiği halde sen neden inşaat sahasını terk etmedin?”
“Ben aynı zamanda inşaatın bekçisi olduğum için oralarda oyalanıyordum. Binada örülecek duvar kalmamış, bir miktar tuğla artmıştı. Onları altıncı kattan aşağıya, bahçeye indirmeye karar verdim.”
“İnşaatta yük asansörü var mıydı?”
“Yük asansörü yoktu ama üst kapağı çıkarılmış bir varil vardı bahçede. Çatıya kurduğumuz makara aracılığıyla katlara malzeme çıkarma işinde onu kullanıyorduk.”
“Makarayı idare eden biri var mıydı yanında?”
“Dedim ya beyim, tek başınaydım.”
“İyi de makara kullanmak ayrı bilgi ister. Senin bu konuda daha önceden bir tecrüben var mıydı?”
“Beyim tecrübe olup da ne olacak ustalar kolayca yapıyordu, ben de yaparım zannettim.”
“Peki sonra?”
“Sonrasını sana söyleyeyim, varili makarada asılı bulunan halatın bir ucuna sağlam bir şekilde bağladım. Boş olduğu için aşağı yukarı yirmi kilo gelen varili, halatın öbür ucunu çekerek altıncı kata çıkarmam zor olmadı. Sonra diğer ucu hemen yakındaki kazığa sabitleyerek merdivenlerden yukarı çıktım. Artan tuğlaları sıkı bir şekilde istif ederek varile doldurdum.”
“Tek başına!”
“Diyorum ya beyim, benden başka oralarda kimse yoktu. Bahçeye inip halatın kazığa sabitlediğim ucunu yavaş yavaş gevşetmeye başladım. Bu arada aniden kurtulmasın diye sağ koluma doladım. Niyetim iki yüz kilodan fazla tutan tuğlaları kontrollü bir şekilde indirmekti. İşte ne olduysa o zaman oldu…”
Sargılardan dolayı konuşurken yüzünün jesti mimiği hatta aldığı renk bile görünmeyen adam, “Ne olduysa o zaman oldu.” cümlesine takılmış, tekrar edip duruyordu. Bu nedenle ifade alma işi ilerlemez hale gelmişti.
Adam bir süre konuşmayı bıraktı. Sanki kaza anını tekrar yaşıyordu. Kafasındakileri toplamakta zorlanınca “Nerede kalmıştık?” dercesine beklemeye başladı.
Tecrübeli bir müfettiş olan Kamil Bey, kendisine yol gösterdi. “Halatın kazığa sabitlediğiniz ucunu gevşetmeye başlamıştınız.”
“Ne oluyor, demeye kalmadan bir de baktım ben yukarı çıkıyorum, varil aşağı iniyor!”
“O anda halatın ucunu bırakmak aklına gelmedi mi?”
“Gelmez mi beyim! Ah bir bırakabilsem! Bırakmadı ki zalim, kolumu kurtarabileyim.” dedi ve yaşadıklarını heyecanla aktarmaya devam etti. “Kendimi tam üçüncü katın hizasında varille çarpışırken buldum. Hain, sağ tarafıma öyle bir yan vurdu ki inan olsun, dünyam karardı. İki kaburga kemiğim o zaman fırtmış. Ben, daha neye uğradığımı, kaçıncı kata yükseldiğimi anlamaya çalışıyordum ki aşağıdan ‘Tonk!’ diye bir ses geldi. Sanırsın ki bahçeye tank güllesi düştü. Can havliyle aşağı bakacak oldum. Bir de ne göreyim, kıpkırmızı bir duman yükseldi ki o biçim… Meğerse hızla yere düşen varilin dibi açılmış, içinde bir tane tuğla bile kalmamış. Bu sefer o hafiflerken ben ağır geldim. Haliyle ben aşağı, o zalim yukarı!”
Adam “görünmez” dediği kazayı öyle bir anlatıyordu ki sanırsınız canlı yayın yapıyor. Müfettiş araya girerse aktarımın duraklayabileceğini düşündüğünden sessiz kalmayı yeğledi.
“Üçüncü katta yeniden karşılaştık. Vay karşılaşmaz olaydık! Her karşılaşmada bana esaslı bir şile çeken düşmanımı sol elimle yakalayayım derken, sen misin onu tutmaya çalışan hem sol kaval kemiğim hem de elimin iki parmağı hışır oldu. Anla işte beyim kırıldı yani.” dedikten sonra devam etti. “Canıma kasteden zalim varil, hızla yukarı çıkarken ben ‘Pat!’ diye yere düştüm. Nasıl olduysa o esnada sağ kolumu halattan kurtarmayı becermişim.”
“İyi işte kurtulmuşsun.”
Adam derin bir iç çekti.
“Ne iyisi beyim, keşke kurtulmasaydım!”
“Niye böyle söylüyorsun?”
“Boş varil, bana nazaran hafif kalacağından, halatın ucu kurtulmasaydı, o yukarıda ben aşağıda beklerdik. Birileri gelir beni kurtarırdı ama öyle olmadı. Ben tam ‘kurtuluyorum’ diye umutlanırken bir de ne göreyim, azılı düşmanım yukarıdan öyle bir geliyor ki kaçıp kurtulmak ne mümkün! Yine de son bir çabayla yana çekilmeyi denedim. Kafatasım da o zaman çıtlamış. Zaten sonrasını hatırlamıyorum. Gözlerimi açtığımda hastanedeydim.”
Adam öyle güzel anlatıyordu ki genç müfettiş yardımcısı, bir yandan not tutayım derken bir yandan da “ “Yan vurmak, fırtlamak, çıtlamak” gibi kelimelerin ne anlama geldiğini çözmeye çalışıyordu.
“Başka söylemek istediğin bir şey var mı?”
“Ne söyleyeyim beyim, çektiğim zalimin zulmü. “Davacıyım” desem, kimi kime şikâyet edeceğim? Diyorum ya ‘görünmez kaza’ işte.”
Orta yaşlı bu inşaat işçisinin anlattıkları karşısında özellikle genç müfettiş yardımcısının ağzı açık kalmıştı. Kazazedenin anlattıkları karşısında iki meslektaşta oluşan kanaat, “görünmez kaza” esnasında adamın kendi canını korumaya çalıştığıydı.
Müfettiş Kamil Bey, görünmez kazayı anlaşılır bir şekilde görünür hale getirecek soruları sormuş, Salim Bey de gerekli notları ajandasına yazmıştı. “Geçmiş olsun.” diyerek kazazedeyi daha fazla yormadan bilirkişi raporunu yazmak üzere hastaneden ayrıldılar.
Ethem GÖKTÜRK