Muhammed IŞIK /TYB Ankara Şubesi YK Üyesi
Diyanet İşleri Başkanlığı, son yıllarda Türkiye’nin en çok tartışılan kurumlarından biri haline gelmiştir. Kimi zaman bütçesiyle, kimi zaman hutbelerinde ele aldığı konularla gündeme gelmiş, kimi zaman da dinden uzaklaşan kesimlerin eleştirilerinin hedefi olmuştur. Oysa Diyanet, kurulduğu günden bu yana toplumun dinî hayatına yön vermeyi, toplumu din istismarcılarına karşı uyarmayı ve halka sahih dini bilgiler aktarmayı kendine görev edinmiş anayasal bir kurumdur.
Günümüz dünyasında din, şahsi vicdanın ötesine geçerek sosyal düzenin, ahlaki standartların ve ortak değerlerin temelini oluşturur. Bu nedenle, dinin resmî alandaki yeri tartışıldığında Diyanet’in eleştirilmesi şaşırtıcı değildir. Ancak dikkat çeken nokta, eleştirilerin çoğunlukla özden ziyade önyargılardan kaynaklanmasıdır.
Nitekim toplumun temel sorunlarına değinmesine rağmen, son dönem hutbelerinde toplumun çeşitli kesimlerinde huzursuzluk oluşturmuştur. Kamu haklarını korumak, başkalarının haklarına saygı göstermek, çevre bilinci, gençleri sömürücülerden korumak ve Gazze’deki zulmü ele almak; bu hutbelerde işlenen konulardan sadece birkaçıdır. Peki, bu cihanşümul ve insani uyarılar neden bazı çevreleri rahatsız ediyor?
Diyanet ve İçtimaî Sorumluluk
Toplum, salt ekonomik çıkarlar, siyasi kararlar veya hukuk kuralları ile ayakta duran bir yapı değildir. Onu ayakta tutan görünmez bağlar vardır: ahlak, değerler, vicdan ve ortak inançlar. Bu bağlar olmadan, bir toplumun düzeni kısa sürede sarsılır; insanlar birbirine yabancılaşır ve sosyal adalet duygusu zayıflar. Diyanet İşleri Başkanlığı tam da bu noktada devreye girer.
Diyanet’in görevi sadece dini öğretmek ve ibadet düzenini hatırlatmakla sınırlı değildir. Onun asıl sorumluluğu, toplum vicdanını canlı tutmak, bireyleri hayatın zorlukları karşısında ahlaki bir pusula ile rehberlik etmektir. Günümüz dünyasında, yozlaşmış bir tüketim kültürü, gençlerin sömürüye açık hâle gelmesi, doğanın ve kaynakların savurganca tüketilmesi gibi sorunlar, dinî bir uyarı olmaksızın çoğu zaman göz ardı edilir veya normalleştirilir. Diyanet ise bu noktada toplumun ahlaki ve sosyal farkındalığını artıran bir kurum olarak öne çıkmaktadır.
Örneğin, Diyanet’in hutbelerinde ele alınan konulara baktığımızda, bunların sadece şahsi değil içtimaî sorumluluğa da hitap ettiği görülür. Kaçak elektrik kullanımı veya naylon faturalarla vergi kaçırmak gibi alışkanlıklar, toplumun geneline zarar verir; su israfı ve aşırı tüketim, gelecek nesillerin haklarını ihlal eder. Bu tür davranışlar, Diyanet tarafından dini bir perspektiften çok, sosyal adalet ve vicdan ekseninde ele alınır. Bu yönüyle Diyanet, modern bir toplumda sosyal dengeyi koruyan, etik ve vicdani sınırları hatırlatan bir kurumdur.
Eleştirmenler sıkça Diyanet’in “toplumu rahatsız ettiği”ni iddia ediyorlar. Oysa bu rahatsızlık, aslında Diyanet’in görevini ne denli etkili bir şekilde yerine getirdiğinin göstergesidir. Toplumda göz ardı edilen sorunları, ihmale uğrayan hakları ve etik sınırların aşılmasını gündeme taşımak, her zaman konforlu bir iş değildir. Lakin tam da bu noktada, Diyanet’in içtimaî sorumluluğu devreye girmektedir: Sessiz kalan bir kurum, toplum vicdanının sönmesine ve adaletsizliğin normalleşmesine yol açabilir.
Bir diğer önemli nokta, Diyanet’in mesajlarının cihanşümul insani değerlere hitap etmesidir. İnsan hakları, çevre bilinci, gençlerin korunması, aile içi adalet ve sosyal denge gibi konular, Müslümanlar kadar toplumun tamamı için de geçerlidir. Diyanet, hutbelerinde ele aldığı bu meselelerle toplumun ortak değerlerini güçlendirir ve bireyleri hem dini hem de sosyal sorumlulukları doğrultusunda bilinçlendirir.
Diyanet’in içtimaî sorumluluğu, yalnızca dini vecibeleri hatırlatmaktan ibaret değildir; o, modern toplumun vicdanını ayakta tutan, etik standartları hatırlatan ve bireyleri sosyal düzene karşı sorumlu hâle getiren vazgeçilmez bir kurumdur. Bu nedenle, Diyanet’in eleştirilen uyarıları aslında toplumu koruyan, yönlendiren ve bilinçlendiren hayati bir hizmet olarak görülmelidir.
Kadın ve Mahremiyet: Hutbelerin Yarattığı Tartışma
Toplumda kadınların hakları ve özgürlükleri sıkça tartışılırken, mahremiyet ve edep gibi kavramlar çoğu zaman göz ardı edilmektedir. Bu noktada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “Hayâ: Allah’ın Emri, Fıtratın Gereği” hutbesi, günümüzün pervasızca ihlal edilen mahremiyetine dair önemli bir hatırlatma niteliği taşır. Hutbede vurgulandığı gibi:
“Maalesef, mahremiyetin pervasızca ihlal edildiği bir çağda yaşıyoruz. Günümüzde giyim sektörü, modacılar ve bazı medya çevreleri, ‘özgürlük’ ve ‘çağdaşlık’ adı altında çıplaklığı özendirmekte, örtünmeyi değersizleştirmektedir. Bu anlayış, kadını da erkeği de değerli bir varlık olmaktan çıkarıp izlenen ve tüketilen bir nesneye indirgemiştir. Oysaki insanın bedenini, mahremiyetini ve özelini toplum önünde sergilemesi; aklın, vicdanın ve fıtratın bozulmasıdır.”
Buradaki ifadeler dikkatlice okunduğunda artık açıklıktan ziyade çıplaklığa varan pervasızlık eleştirilmektedir. Hutbe, yalnızca bireyleri uyarmakla kalmaz; çocuklara ve gençlere hayâ ve edebin önemini anlatmayı, onları fıtratlarını bozacak yanlışlardan korumayı ailelerin bir sorumluluğu olarak gösterir:
“Öyleyse küçük yaştan itibaren çocuklarımıza hayâ ve edebin önemini anlatalım. İnancımıza ve medeniyetimize uygun bir giyim tarzını sevdirerek onları yetiştirmeye çalışalım. Evlatlarımızın fıtratlarını bozacak her türlü yanlıştan onları korumanın gayretinde olalım. Bu hususa dikkat etmemek; ebeveynler için ciddi bir hata, büyük bir sorumsuzluk, ağır bir vebaldir.”
Bu mesajlardan rahatsız olan bazı çevreler, hutbeyi kadınlara yönelik bir baskı aracı olarak yorumlamıştır. Oysa burada amaç, şahsi özgürlükleri kısıtlamaktan çok, farkındalık oluşturmak ve etik değerleri hatırlatmaktır.
Bu bakış açısı, tarihi bir perspektifle de desteklenir. Atatürk, 21 Mart 1923’te Konya’da Kadınlar ile Konuşma başlığıyla düzenlenen çay ziyafetinde kadınların giyim-kuşamına dair şöyle demiştir:
“Gerçekten memleketimizin bazı yerlerinde, en fazla büyük şehirlerinde, giyim şeklimiz, kıyafetimiz bizim olmaktan çıkmıştır. Şehirlerdeki kadınlarımızın giyim ve örtünme biçiminde iki şekil oluşuyor; ya ifrat ya da tefrit görülüyor. Yani; ya ne olduğu bilinemeyen, çok kapalı, çok karanlık bir dış görünüm gösteren bir kıyafet ya da Avrupa’nın çok serbest balolarında bile dış kıyafet olarak giyilemeyecek kadar açık bir giyim. Bunun her ikisi de şeriatın teklifi, dinin emri dışındadır.”
Atatürk’ün bu uyarısı, Diyanet’in hutbelerindeki mesajlarla örtüşmekte, aşırılıkları eleştirerek toplumun değerlerini koruma amacını vurgulamaktadır. Burada amaç ne bireyleri kısıtlamak ne de özgürlükleri ihlal etmektir; tam tersine, kadınların ve gençlerin hem fiziki hem manevi sınırlarını korumak ve sosyal dengeyi sağlamak hedeflenmektedir.
Diyanet’in yaptığı bu hatırlatmalar, dini bakış açısının yanı sıra sosyal etik ve vicdan bakımından da kayda değerdir. Mahremiyetin korunması, bireyin ve toplumun sağlıklı işleyişi için hayati bir unsurdur. Hutbeler, bireylerin kendi değerlerini korumasına, ailelerin sorumluluklarını hatırlamasına ve toplumun ortak ahlaki değerlerinin güçlenmesine hizmet etmektedir. Dolayısıyla, hutbelerden rahatsız olanlar, mesajları baskı aracı olarak görme hatasına düşmektedir. Oysa Diyanet, içtimaî sorumluluğunu yerine getirerek vicdanın ve etik düzenin sesi olmaya devam etmektedir.
Kul Hakkı ve Sosyal Adalet
Sosyal düzenin temel taşlarından biri adalet ve hak bilincidir. İnsanların birbirine karşı sorumluluklarını yerine getirmemesi, hak ihlalleri ve kul hakkının çiğnenmesi, toplumda yozlaşmanın ve güven kaybının başlıca sebeplerindendir. Diyanet İşleri Başkanlığı, “Kul Hakkı Ateşten Gömlektir” hutbesiyle, bireyleri dini bir yükümlülük açısından olduğu kadar içtimaî bir vicdan sorumluluğu çerçevesinde de uyarmaktadır. Hutbede açıkça ifade edildiği gibi:
“Ailede, toplumda ve dünyada yaşanan bütün kötülüklerin temelinde kul hakkı ihlalleri vardır. Maalesef, kimi zaman alışkanlıkla, kimi zaman ihmal ve gafletle, kimi zaman da kasten kul hakları ihlal edilmektedir. Canın, dinin, malın, aklın ve neslin muhafazası, İslam’ın en temel esaslarındandır. Bu haklar Allah katında kutsal ve dokunulmazdır. Onların ihlali ise ağır bir vebal, büyük bir zulüm ve kul hakkına girmektir.”
Hutbe, sosyal adaletin şahsi davranışlarla doğrudan bağlantılı olduğunu gösterir. İnsanlar mirastan mahrum bırakıldığında, başkasının malına el konulduğunda, asılsız gerekçelerle insanlara zarar verildiğinde, adalet duygusu zedelenir ve toplumun vicdanı yara alır. Hutbede bu konular şu şekilde dile getirilir:
“Karşılıklı rıza olmadan Yüce Rabbimizin koyduğu miras ölçüsünü değiştirmek ilahî adalete aykırıdır. Dolayısıyla kişinin; kız çocuklarını mirastan mahrum bırakması, kız çocuklarının da Allah’ın takdir ettiği hakka razı olmaması kul hakkıdır.”
İslam hukukunun temel prensiplerinden biri olan miras paylaşımının adaletli bir şekilde yapılması gerektiğini belirtmektedir. Ayrıca burada asıl atlanılan şey ise kadınların mirastan mahrum bırakılmasının dinde yerinin olmadığı vurgusudur. Kur’an-ı Kerim’in Nisa Suresi 11. ayetinde, erkek çocuğun payının kız çocuğunun payının iki katı olduğu belirtilmektedir:
“Allah size, çocuklarınız hakkında erkeğe iki kadının payı kadarını emreder…”
Bu düzenleme, dönemin sosyal ve ekonomik yapısına dayalı olarak erkeklerin ailelerinin geçimini sağlama ve nafaka yükümlülüğü gibi sorumlulukları üstlenmeleri nedeniyle getirilmiştir. Kadınlar ise bu tür yükümlülüklerden muaf tutulmuşlardır. Dolayısıyla, miras paylaşımındaki bu fark, adaletin sağlanması amacıyla yapılmış bir düzenlemedir ve zamanın sosyal koşullarına uygun olarak şekillenmiştir.
Ancak günümüzde, kadınların ekonomik bağımsızlıklarını kazanmaları ve toplumdaki rollerinin değişmesiyle birlikte, bu miras paylaşımının eşitsizliği tartışılmaya başlanmıştır. Bazı çevreler, bu düzenlemenin kadınları dezavantajlı duruma soktuğunu ve eşitlik ilkesine aykırı olduğunu savunmaktadır. Bu görüşler, modern hukuk sistemlerinde de yankı bulmuş ve bazı ülkelerde miras hukukunda gerekli adaleti sağlamak amacıyla reformlar yapılmıştır.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hutbesinde vurgulanan, miras paylaşımının Allah’ın koyduğu ölçülere uygun olarak yapılması gerektiği görüşü, İslam hukukunun temel ilkelerine dayanmaktadır. Ancak bu düzenlemenin günümüz toplumlarında adalet ve eşitlik açısından nasıl değerlendirileceği, farklı bakış açılarına ve sosyal değişimlere bağlı olarak değişkenlik göstermektedir.
“Arazi sınırlarını ihlal ederek başkasının mülkünü gasp etmek, asılsız gerekçelerle insanların mallarına el koymak, yalan beyanlarla insanları mağdur etmek ateşten gömlek giymektir.”
Diyanet’in bu uyarıları, sosyal adaletin yasal kurallar yanında vicdan ve etik değerlerle de sağlanabileceğini hatırlatır. Adam kayırmak, çalışanlara adil davranmamak veya işçiye hak ettiği ücreti vermemek gibi davranışlar, bireysel sorunların ötesinde toplumun bütününü ilgilendirir. Hutbede bu konuya da dikkat çekilir:
“Adam kayırmak, çalışanlar arasında adil davranmamak kul hakkıdır. İşverenin; çalışanına ücretini tam ve zamanında vermemesi, gücünün üstünde iş yüklemesi, sigortasını yaptırmadan onu çalıştırması kul hakkıdır, günahtır. Çalışanın ise, işverenin malına zarar vermesi, çalışma saatlerine riayet etmemesi, hasta olmadığı halde rapor alarak işe gitmemesi de kul hakkıdır, günahtır.”
Bu örnekler gösteriyor ki Diyanet, kul hakkının ihlalini şahsi bir günah olarak gördüğü gibi sosyal bir sorun olarak ele almakta ve insanları hem manevi hem de etik açıdan uyarmaktadır. Toplumun sağlıklı işlemesi, adaletin gözetilmesi ve bireylerin birbirine karşı sorumluluklarını fark etmesi, Diyanet’in bu hatırlatmaları sayesinde mümkün olur.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kul hakkı üzerine yaptığı uyarılar, toplum vicdanını canlı tutan, adalet ve etik değerleri güçlendiren hayati bir görevdir. Bu uyarılar rahatsız edici olabilir, çünkü bireyleri kendi hatalarıyla yüzleştirir; ancak toplumun uzun vadeli sağlığı ve adaletin tesisi için vazgeçilmezdir. Kul hakkına duyulan saygı, Allah’ın rızasını kazanmanın yanı sıra toplumun bütününe hizmet etmek demektir ve Diyanet, bu bilinçle hareket ederek içtimaî sorumluluğunu yerine getirmektedir.
Sonuç
Toplumun vicdanını ayakta tutmak, etik değerleri hatırlatmak ve bireyleri sorumlulukları konusunda uyarmak, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın en temel görevlerinden biridir. Son yıllarda çeşitli hutbeleri nedeniyle eleştirilen Diyanet, aslında toplumun yüzleşmekten kaçındığı sorunları gün yüzüne çıkarmaktadır. Kaçak elektrik kullanımı, su israfı, gençlerin sömürüye maruz kalması, aile içi adaletsizlik ve Gazze’deki zulüm gibi meseleler, dini bir perspektifle birlikte sosyal bir sorumluluk çerçevesinde ele alınmaktadır. Diyanet, topluma ibadet rehberi sunma ödevi yanında etik ve vicdani pusula olma görevini de üstlenmektedir.
Özellikle kadınların ve çocukların korunması, kul hakkının gözetilmesi ve adaletin sağlanması gibi konularda verilen mesajlar, toplumun ortak değerlerini güçlendirmeye yöneliktir. Hutbelerde yapılan hatırlatmalar, kimi çevreleri rahatsız edebilir; ancak rahatsızlık, mesajın etkili olduğunun ve toplum vicdanını harekete geçirdiğinin göstergesidir. Örneğin, miras hakkının korunmasına dair yapılan uyarılar, şahsi günah bilincinin ötesinde sosyal adalet ve etik düzenin korunmasını da hedeflemektedir.
15/08/1965 tarihinde yürürlüğe giren 633 sayılı “Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunda Başkanlığın görevi, “İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere” şeklinde ifade edilmiştir.
Diyanet’in görevini yerine getirmesi, toplumun sağlıklı işlemesi için hayati önemdedir. Sessiz kalan bir kurum, yozlaşmanın, haksızlığın ve adaletsizliğin normalleşmesine yol açar. Oysa Diyanet, doğruları gündeme getirerek, toplumun vicdanını ve etik değerlerini canlı tutmaya çalışmaktadır. Eleştirilen uyarılar, aslında toplumun kendisiyle yüzleşmesini sağlayan bir ayna işlevi görmektedir.
Sonuç olarak, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hutbeleri ve dini hatırlatmaları, Müslümanların manevi hayatını şekillendirmekle kalmıyor; sosyal adaleti, hak bilincini ve etik sorumluluğu güçlendiriyor. Diyanet, görevini yerine getirdiği sürece, toplumun vicdanı sessiz kalmayacak ve etik değerler canlı kalacaktır.