Zahit Borak / Yazar
Aşk ile sevgi arasında ince, derin ve sarsıcı bir nüans vardır. Biri, içimizde ansızın kabaran bir fırtına; diğeri, zamanla örülen bir liman. Aşk, bir ışığın aniden parlayışı gibidir; göz kamaştırır, yakar geçer. Sevgi ise bir sabahın ağır ağır uyanışıdır; kalıcılığın, kabulün, vefanın ve erdemin sabırla işlenmiş biçimidir. Aşk, bazen nereden geldiğini anlayamadan insanın ruhunu sarar, esir eder. Sevgi ise zamanla oluşur, bir bağ kurmanın, kabul görmenin, vazgeçilmez olmanın, damıtılmış bir zamanın meyvesidir. Aşk, heyecanla ritmi bozarken; sevgi emeği, sabrı, tahammülü, nezaketi, güveni sağlar.
Aşk, mantığı değil hayali ve arzuyu; sevgi ise sadakati, güveni ve emeği esas alır. Aşk bir başlangıç, sevgi ise bir karar, bir devamdır. Peki, hangisi daha gerçek, hangisi daha kıymetli? Kalbimizi titreten aşk mı, yoksa ruhumuzu sükûna erdiren sevgi mi? Belki de bu sorunun cevabı, neye ihtiyacımız olduğuna ve neyi göze alabileceğimize göre değişir.
Aşk gelir, sarar, büyüler. Nereden geldiği bilinmeyen bir rüzgâr gibi. Bir bakış, bir söz, belki de bir tesadüf… Ve sonra insan, kendi içinin ötesine sürüklenir. Sevgi ise emek ister. Varlığın tüm katmanlarına nüfuz eder, ilmek ilmek dokur kendini. Aşkın yeli zamanın ritmini değiştirirken, sevgi sabrın dilidir. Aşk aklı değil, arzuyu ve hayali esir alır. Sevgi ise emekle kurulan, güvenle beslenen, karşılıklılıkla yücelen bir sadakat hâlidir. Aşk bir başlangıç, bir kıvılcımdır; sevgi, o yangından geriye kalan küllerin üstüne inşa edilen bir yuva.
Aşk, benliği eritip, sınırları bulanıklaştırır. Türk şair, romancı, deneme yazarı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi, aşk insana “kendini unutturur”. Aşkta, kişi kendinden geçer, bir başka varlığın içinde erir. Sevgi ise kişinin hem kendini hem karşısındakini olduğu gibi kabul etmesidir; yalnızca tutkuyu değil, bir ömrü paylaşmayı göze almaktır. Aşk, fırtınalı bir deniz; sevgi, o fırtınadan sonra sığınılan dingin bir limandır. Aşk gelip geçer; sevgi ise kalır. Çünkü sevgi, heyecanı değil derinliği; geçiciliği değil kalıcılığı besler.
İranlı düşünür Ali Şeriati’ye göre: “Aşk, görme engelli bir coşku, görmezlikten kaynaklanan bir bağdır. Oysa sevgi, bilinçlice bir bağ; apaçık, duru bir görmenin sonucudur. Aşk genellikle içgüdüden su içer, içgüdüden kaynaklanmayan başka bütün olgular değersizdir. Oysa sevgi ruhun içinden doğar, bir ruhun yükselebileceği bütün yerlere, sevgi de onunla birlikte doruğa tırmanır…”
“Aşk, her renkte, her düzeyde, somut güzellikle bağlantılıdır. Nietzsche’nin ilk akıl hocası olan Alman filozof, yazar ve eğitmen Arthur Schopenhauer’ın deyişiyle: “Sevgilinizin yaşına bir yirmi yıl daha ekleyin de onun duygularınızda bıraktığı doğrudan etkileri gözlemleyin. Oysa sevgi, ruhun içine öyle bir dalgınlıkla dalar; ruhun güzelliklerine öyle tutulup kendinden geçer; somut güzellikleri bambaşka bir biçimde görür. Aşk; tufan, dalga, coşku niteliklidir. Oysa sevgi durgun, dayanıklı, ağırbaşlı, arılıkla dolup taşar durumdadır…”
Şeriati’nin yaklaşımında aşk özgürleştirici, yaratıcı; sevgi ise bağlayıcı ve düzenleyicidir. Aşk, fedakârlık ister; sevgi sadakat. Aşk başkaldırır; sevgi kabullenir. Aşk, bir devrimdir; sevgi ise bir düzen. Aşk hayatı sorgulatır, dönüştürür; sevgi o hayatı anlamlı kılmanın yollarını arar.
Aşk, sahip olmak ister; sevgi ise var olmasına razıdır. Aşk “benim ol” diye haykırırken, sevgi “olduğun gibi kal” diye fısıldar. Aşkta tutku, kıskançlık, bazen kontrol arzusu baskındır; sevgide anlayış, özgürlük ve sadelik. Âşık olduklarımıza bağlanırsınız; sevdiklerinize kök salmak istersiniz. Aşk hayatımıza gerilimi, iniş çıkışı getirirken; sevgi denge ve güvenle örülür. Fransız yazar ve düşünür Jean-Paul Sartre’a göre aşk bir özgürlük çatışması; sevgi ise o çatışmayı uzlaşıya dönüştürmesidir. Türk film yönetmeni, senarist, yapımcı ve oyuncu Zeki Demirkubuz’un “Masumiyet” filminde aşk, iki insanı hem birbirine bağlar hem de tüketir. Oysa sevgi tüketmez; büyütmek, sürdürmek, sabırla yeniden kurmak ister.
Sevgi, aşkın ardından gelen bir bilinç hâlidir. Kalbi çarptırmaz belki ama güvende tutar. Aşkın uçurum kenarına sürüklediği kalbi, sevgi o kenardan çekip eve dönüştürür. Daha az heyecanlıdır belki, ama çok daha köklüdür. Sevgi, zamanla inşa edilen bir köprüdür; anlayışla, sabırla, merhametle genişler. Bu yüzden aşk sarsabilirken; sevgi merhametle, şevkatle sarar. Aşk ilişkiyi başlatırken; sevgi onu besleyerek sürdürülebilirliğini sağlar.
Aşk zamanla sınanır. Heyecan geçer, sessizlikler artar. Ama sevgi varsa, o sessizlik bile konuşur. Aşk bir arayıştır, sevgi bir buluş. Sezen Aksu’nun dediği gibi, “gitmek gerek bazen”; ama sevgide gitmek zorunda kalmazsın, çünkü kalmak bir yük değil, bir iç huzurudur. Sezen Aksu’nun sözleri bu duyguyu çok iyi anlatır: “Gitmek gerek bazen / Arkaya bile bakmadan / Gitmek… / Ama bir türlü gidemeyerek…” Çünkü aşk, hem en büyük yakınlık hem de en büyük kaçıştır.
Kalbimizi titreten aşk mı, yoksa ruhumuzu sükûna erdiren sevgi mi? Belki de gerçeklik bu ikisinin çarpışmasında değil, birbirini tamamlayışındadır. Aşk, bir varoluş çarpışmasının dönüştürücü etkisi; sevgi ise o dönüşümün tamamlayıcısıdır. Tüm zamanların en büyük ve en etkili yazarlarından biri olarak kabul edilen Lev Tolstoy’un Anna Karenina’sında aşk bir yıkıma dönüşürken; sevgi, hayatta kalmanın, sürdürmenin, dayanmanın sessiz dili olur. Aşk bizi gökyüzüne çıkarır; sevgi yeryüzüne bağlar. İnsan, en çok bu ikisi arasında kalır.
Ali Şeriati’nin “Kevir” de dile getirdiği gibi: “Aşk, kendinden yanadır, bencildir, kıskançtır, sevgiliye tapar, onu kendi için över. Oysa sevgi, sevilenden yanadır, sevgili için ister, kendini sevdiği kişi için ister. Onu onun için sever. Kendisi ortada değildir…
Sonunda şu soruyla baş başa kalırız: Aşk bizi kendimizden uzaklaştırarak bir başka kişi mi yapar? Yoksa sevgi, bizi kendimize yaklaştırarak hakikati mi gösterir? Belki de mesele bu iki hâlin birbirini dışlamadığını kabul etmektir. Aşk, sevgiyle tamamlandığında; sevgi, aşkla derinleştiğinde, gerçek bağ işte o zaman kurulur. Ve o bağ, hem kalmak hem gitmek isteğini içinde barındıran ruhumuza, sonunda sükûneti getirir.